13 Mart 2009 Cuma

İlhan ÇİLOĞLU

1930 yılında Akşehir'de doğmuştur. 1951 yılında kara harp okulundan piyade subayı olarak mezun olmuştur. 1956 yılında gönüllü olarak Kore'ye gitmiştir. Kendisi Mesam üyesidir. Albay İlhan Çiloğlu askerlerin yalnız savaş insanı değil, sanatçı, şair ve yazar kişiler olduğunu da milletimize tanıtmak için, 15 yıl süre ile araştırma ve çalışmalar yapmıştır. 150 yıllık kültür ve sanat tarihimizi tarayarak, ASKER RESSAMLAR, BESTECİLER, SİNEMA, TİYATRO OYUNCULARI ve ASKER KAZANINDAN YİYİN SANATÇILAR ve ASKER YAZARLAR ve ŞAİRLER isimli kitaplarını yayımlamıştır. Her iki kitapta muhtelif gazete ve dergilerde tanıtılmıştır. İlhan Çiloğlu, muhtelif yıllarda yayımlanmış yazıları ile şiirlerini Bir Askerden Makaleler isimli kitapta toplamıştır. Halen Önce Vatan gazetesinde yazarlık yapmaktadır. KKTC vatandaşıdır.

ATATÜRK VE DİNİMİZ ÜZERİNE

ATATÜRK'ün dinimiz üzerine olan düşünceleri, çalışmaları ve uygulamaları hakkında günümüze kadar pek çok kitap ve konu yazılmış, paneller, açıkoturumlar düzenlenmiş, konferanslar verilmiştir. Böylece konu hep gündemde kalmıştır. Şurası bir gerçektir ki, bu husustaki görüşler zaman zaman birbirine ters düşmüş ve çelişkilerle karşılaşılmıştır.

Yetmiş yaşına merdiven dayamış olan bu satırların yazarı bu konuda okuduklarını, gördükleri ve dinlediklerine dayanarak bu yazıyı kaleme almış ve araştırmacılık namusunu da omuzlarında hissetmiş olarak ATATÜRK'ü yerli yerine oturtmaya çalışmıştır. Takdir okuyucularındır.

Konuya, çok çarpıcı bir örnek olarak değerlendirdiğim, İstiklal Savaşımız kahramanlarından Orgeneral Fahrettin Altay'ın bir arkadaşıma anlattığı bir anısı ile girmek istiyorum.
Yıl: 1921 Sakarya Meydan Savaşı'nı sürdüğü günler. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, arazide, çadırda yatıyor. Süvari Kolordusu Komutanı Miralay Fahrettin Altay da çadırda. Bir gece uykusu kaçıyor ve ordugahı dolaşırken, Mustafa Kemal Paşa'nın çadırında ışığın yandığını görüyor ve içinden 'o şimdi biraz içki alıyordur, belki bana da verir" diye içeri giriyor. Mustafa Kemal Paşa'yı yatağına uzanmış kitap okurken görüyor. Kendisine ' Hayrola Fahrettin uykun mu kaçtı?' diye sorunca, cevaben 'Vallahi paşam ben sizin demlendiğinizi zannederek bir iki yudumda bana verir umuduyla gelmiştim; vebal altında kaldım, hangi kitabı okuyorsunuz?' diye soruyor. 'İslam dini ve tevsirleri' cevabını alınca da "paşam şimdi daha çok utandım" diyerek çadırdan çıkar.

Yıl:1936 ATATÜRK Bursa'da. Şimdi emekli albay olan Hayrullah Soygür o tarihte teğmen, onun kaldığı konağın dış emniyetiyle sorumlu subaylardan. Kendilerine, görünmeden görevlerini yapmaları tembih edilmiş. Şimdi hikayeyi kendisinden dinleyelim. ATATÜRK kendisini görüp yanına çağırıyor ve sohbete başlıyor. Ona ailesini, yaşadıklarını ve kendisini kimlerin yetiştirdiğini soruyor. Uzun uzun hayatını, Piriştine'den geldiklerini, babasının Çanakkale'de savaştığını, kendisini dedesinin yetiştirdiğini, ilkokuldan itibaren Kuleli'de okuduğunu anlatıyor ATATÜRK'e. Sıra dini bilgilerden sınava geliyor. Kendisinin Besmele çekmesini, Kulhuvallahi ve Elham'ı okumasını istiyor. Telaffuz yanlışlıkları yerinde durdurup düzeltiyor. Sonra okuduklarının anlamını soruyor ve tam doyurucu bir cevap alamaması üzerine 'bilmeyebilirsin ama bilmen de şart' diyerek konuşmasını şöyle sürdürüyor 'Büyük Tanrı diyor ki, İnsanlar doğacak ve yaşayacaklardır. Bu insanlar yaşamları boyunca çeşitli zorluklarla, hüsranlarla yaşayacaklardır. Ama bu insanlar arasında en az hüsrana uğrayacak olanlar, HAK YEMEYENLER VE SABREDENLERDİR. Şimdi namaza dursan ve Türkçe 'Büyük Tanrım, senin yap dediğini yapıyorum, yapma dediğini kesinlikle yapmıyorum. Kendimi kötülüklerden korumaya çalışıyorum, hak yemiyorum, sabrediyorum' dersen, sonra ALLAH'tan herşey istenir, sende bir şey istesen kabul edilmez mi? Ben kabul edileceği kanısındayım.

Bir subay ki askerlerinin dini ve milliyeti ile en iyi bir şekilde ilgilenir ve onları yetiştirir, İŞTE O MİLLET YIKILMAZ.

Yıl: 1993 Dolmabahçe sarayında 10 Kasım günü, ATATÜRK anılacak. Bende konuşmacılar arasında bulunuyorum. Aramızda ilerlemiş yaşına rağmen bulunan araştırmacı merhum Zarif Görgün Bey de var. Kendisi Topkapı Müzesinde genç bir asistan iken ATATÜRK müzeyi ziyarete geliyor. Tanık olduğu olayları şöyle anlattı. Büyük bir odaya giriliyor, odanın duvarlarına padişahlarımızın resimleri dayanarak konmuş; ATATÜRK müzenin müdürüne, resimleri göstererek 'Bunlar bizim atalarımız. Onların resimlerini tarih sırasına göre asınız ve bu odayı daima temiz tutunuz' talimatını verir.

ATATÜRK'ün 15 yıl yanında bulunan merhum Hafız Yaşar Okur, musikimizi iyi bildiği kadar Kur'an'ı da çok iyi okuyup anlayan seçkin bir kişidir. Onunla dini sohbetlere katılmış ve hatıralarını yayınlamıştır. Kitabında konu ile ilgili yazdıkları şöyledir:
'Öteden beri ATATÜRK'ün dine karşı ilgisiz kaldığını iddia eden bir takım bedbahtlar, hem bu eşsiz kahramanın hem de asil, Türk Milleti'nin kutsal inançlarına saygısızlık göstermişleridr. O, dine hiçbir zaman kayıtsız kalmamış, yalnız dinimizi kendi maksatlarına alet edenlere cephe almıştır. Bu hakikati bildirmek benim için kutsal bir görevdir.'

Kitabında yazdıklarını şöyle özetleyebiliriz:

-Ramazanların ATAM için çok büyük bir önemi vardır. Ramazan gelir gelmez ince saz heyeti Çankaya Köşküne girmezdi.
-Kandil gecelerinde de saz çaldırmazdı. Sadece beni huzurlarına çağırır, Kur'an-ı kerimden bazı sureler okuturlardı. Ben okurken gözleri bir noktaya takılır derin bir huşu içerisinde dinlerdi.
-Ramazanlarda, bir ay süre ile Hacı Bayram-ı Veli ve Zincirlikuyu camilerinde, şehitlerimizin ruhuna Hatm-ı Şerif okumamı emrederlerdi.
-1932 yılı Ramazan ayında, ATATÜRK'ün emirleriyle camilerde yapılan mukabelenin son sahifeleri cemaate Türkçe olarak izah ettirilirdi. Böylece halk dinlediği mukabelenin anlamını anlayabilirdi. Hafız Yaşar Yerebatan Camisi'nde, Yasin Suresi'ni Arapça okuduktan sonra Türkçe tercümesini de okumuştur. Onun beğenisi üzerine bu uygulamaya devam edilmiş Sultanahmet Camisi'nde mevlit okunması emrini vermiş ve mevlit ilk kez radyodan da yayınlanmıştır. Kendisi de radyodan dinlemiş, çok mutlu olmuş ve bütün hafızları saraya davet etmiş, onları tebrik etmiş ve ödüllendirmiştir.

ATATÜRK, çok sevdiği Şükrü Naili Paşa'nın Edirne'de tören esnasında ölümü üzerine Hafız Yaşar'a mezarının başında Yasin Suresi'ni okutmakla kalmamış aynı gün akşamı sarayda aynı sureyi okutmuş ve gözleri yaşlı dinlemiştir.

Her yıl Çanakkale şehitlerimiz için mevlit okutulması gelenektir. 1932 yılında, mevlit ATATÜRK'ün emri ile Çanakkale'de Şehit Mehmet Çavuş anıtı önünde okunmuştur. Merhum Hafız Yaşar Okur'un daha pek çok anısı vardır.

Merhum üstad bestekar Sadettin Kaynak aynı zamanda ilahiyatçıdır. O da ATATÜRK ile dini sohbetlere katılanlar arasındadır. Bir gün saz takımı Dolmabahçe'de toplanmış, hafızların hepsi de oradadırlar. Onlara sırası ile Elham'ı okutmuş kendisi de asker edası ile okumuş ve oturduktan sonra Sadettin Kaynak'tan Kuran-ı Kerim'in Nisa Suresinin 23. ayetinin tercümesini okumasını rica etmiştir. Bu ayette erkeklerin kimlerle nikah yapabileceği hususlar yazılıdır. Sadettin Kaynak 'iki kız kardeşi nikah etmeyiniz' der demez ATATÜRK ayağa kalkar ve 'böyle şey olmaz' der zira kendisi o sureyi daha önce okumuş ve hatalı tercümeyi tesbit etmiştir. Hepsi de ayağa kalkar, Sadettin Kaynak 'Paşam bu tercüme yanlıştır, Kur'an öyle demiyor, aslı iki kız kardeşi birlikte almak haramdır' der. Hatanın tercümeden kaynaklandığı anlaşılır. ATATÜRK, 'Mehmet Akif Bey'in tercümesini arayıp bulalım, onun üzerinde çalışmalarımıza devam edelim' der.
Atatürk, ömrünün son yıllarında da dinimizin Milletimiz tarafından iyi anlaşılması için pek çok gayret sarf etmiştir. Masraflarını bizzat kendisi karşılayarak, Diyanet İşleri Başkanlığı'nca, değerli din alimlerimizden Elmalılı Hamdi Yazır'a görev verdirterek, 9 ciltlik 'HAK DİNİ, KUR'AN DİLİ Türkçe Tefsir' kitabını Latin harfleri ile bastırarak müftülükler aracılığı ile milletimize dağıttırmıştır. Ayrıca, sünni Müslümanlarca, şeriat hukukunun Kur'an'dan sonraki kaynağı kabul edilen 12 ciltlik Sahih-i Buhari'nin kitabını da müftülükler aracılığı ile milletimize dağıttırmıştır.

Atatürk Çanakkale savaşları sırasında, vatan için gözünü kırpmadan ölüme giden erlerimizin yüceliğini şöyle anlatmıştır:

'Düşman mevzileri arasındaki mesafe 8 metreye kadar düşüyordu. Ne kadar imrendirici soğukkanlılık ve kadere inanarak düşman üzerine atılıyor; biliyor musunuz, öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, ufak bir yılgınlık bile göstermiyor. Okumayı bilenler ellerinde Kuran-ı Kerim cennete gitmeye hazırlanıyorlar, bilmeyenler Kelime-i Şahadeti tekrarlayarak yürüyorlar. Bu Türk askerindeki RUH KUVVETİNİ gösteren bir misaldir'
ATATÜRK, milletine zafer kazandıran bu RUH'u söndürmek ister mi? Geleceğin kahramanı olacak nesillerin bu ruhtan yoksun olmaları düşünülebilir mi hiç? Bu ruh KORE'de, KIBRIS'ta kendini göstermedi mi? Halen sürmekte olan doğu ve güneydoğumuzda, Kuzey Irak'ta süren çatışmalarda bu ruhu taptaze görmüyor muyuz?

Atatürk'ün camilerimizi ve din görevlilerimizi bir devlet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığının maddi ve manevi gözetimi altına alması onun dinimize olan ilgisi ve saygısının bir ifadesi değil midir? Buna dini bayramlarımızı resmi tatil günleri içine dahil ettiğini de hatırlatmalıyız. Halbuki onun karşıtları Milli Bayramlarımıza itibar etmemekte ve o günleri 'Azap Günleri' olarak nitelendirmektedirler, bu hak mıdır, reva mıdır?
Son söz olarak, Atatürk'ün dinsiz ve din düşmanı olmadığını sizlerin önüne sermiş bulunuyorum. ONUN MAKSADI VE HEDEFİ DİNİMİZİ CAHİLLERİN ELİNDEN ALMAK, EHİLLERİN ELİNE VERMEKTİ.
Ne var ki buna ömrü yetmedi. Gördüklerimiz hep bu eksikliklerden kaynaklanmaktadır. Ama içimizi serinleten bir husus vardır ki, o da bugünlerde bu konuların tartışılması ve taraftar bulmasıdır.