21 Mart 2009 Cumartesi

Ahmet YÜTER

İlahiyatçı. 1963'de Merzifon'da doğdu. 23 yıldan bu yana hem din görevlisi olarak, hem de gazeteci-yazar olarak bütün insanlara hizmet vermektedir. Camisinin kürsüsünü "Kürsüden Akademik Sohbetler" platformuna dönüştürdü. Halk ile aydınları camide buluşturdu. Dünya görüşü farklı, toplumun önünde farklı hizmet alanlarında söz sahibi 100 ü aşkın insanla röportajlar yaptı. Yazı ve şiirleri muhtelif bir çok mahâlli ve ulusal basın organlarında yayınlandı. "Zulmetten Nûra" isimli ilk piyesini yazdı ve arkadaşlarıyla oynadı. Sosyal ve kültürel faaliyetlere yöneldi. Program yönetmenliği yaptı. Yayınlanmış muhtelif konularda 15 tane eseri bulunmaktadır. Halen SUR Dergisinde yazıyor ve röportajlarına devam ediyor.

TÜRK-İSLAM BİRLİĞİNİN EHEMMİYETİ ÜZERİNE

Güçlü, kuvvetli ve istikrarlı bir toplum, daima birlik ve beraberlik içinde olan toplumdur. Sine ve simasında bölünüp, parçalanma, nifak, şikak dahili ve harici husumet tohumları bulunduran toplumların ne kuvveti, ne de hayatiyeti kalır. Çok çabuk dağılarak inkıraza maruz kalır. Sonuç itibariyle, hür bir toplum olma özelliğini yitirir, hakimiyyetini kaybeder, mahkumiyetin ve esaretin zincirleri boynuna takılır. Her zaman ve her fırsatta itilir, kakılır. En sonunda da tarih sahnesinden silinerek yok olur gider. İnsanlık tarihinin sahifeleri satır satır aralandığında yüzlerce, binlerce böyle nice acı örneklerin var olduğu görülecektir.
Toplumu böylesine ölümcül zafiyet ve yok oluşa götüren amiller:

-İhtilafların körüklenmesi,
-Tefrikaların oluşturulması,
-Fakru zaruretlerin artırılması,
-Karışıklıklara meydan verilmesi
-Dini ve akidevî münakaşaların üretilmesi
Tarihimizin derinliklerine şöyle bir baktığımızda meselâ Endülüs Emevi devletinin ve Osmanlı devletinin akıbet sebeplerini yukarıda madde madde tesbit ettiğimiz amiller yüzünden tarihi süreçlerini tamamlamak zorunda kaldıklarını müşahade etmekteyiz.

Günümüzün iç ve dış dünya şartlarını dikkate almak zorundayız. At gözlüğüyle dolaşamayız. Özellikle şer güçler ve ideolojiler Türk-İslam topluluklarına karşı yekvücud olmuş durumdadırlar. Hal böyle iken bizler uykudayız, uyuşturulmuşuz. Düşünmeyen, araştırmayan, okumayan insanlar haline getirilmişiz.

Asıl ve geçerli güç İlahi kaynaklı BİLGİ'dedir. Ama biz bilgiden uzak bırakılmışız. Artık aslımıza dönmeliyiz. Artık kendimizden başka nokta-i istinadımızın olmadığına inanmalıyız. Batı ve Avrupa habire kendi aralarında birlik ve beraberlik için hiçbir fırsatı kaçırmamaktadırlar. Batı'nın ve Avrupanın yegâne derdi ve tasası tarih boyunca olduğu gibi, bugün ve yarın da bütün teknik imkanlarını, bütün güç kaynaklarını kullanarak çeşitli entrika ve oyunlarını çeşitli tecavüzkâr fiiliyatlarını, devam ettirebilmekdir.

Bu düşüncelerini hayata geçiriyorlar ve bu mevzuda hızla ilerliyorlar. Buna karşılık Türk-İslam milletleri ise madden ve manen paramparça edilmişler, siyasi, iktisadi ayrılıklarla darmadağınık olmuşlar. Bu da yetmiyormuş gibi kendi aralarında bile şiddetli husumet içinde; hiziplere, partilere, gruplara bölünmüşler, aklaziyan, vicdanı yaralayıcı, imanı yıpratıcı izahı pek çok zor çetin bir gaflet ve dalaletin sefil bir ruh haletine bürünmüşler.
Yani hal-i pür melâlimiz bu minval üzere! Çare yok mu? Ümitsizliğe gerek var mı? Hayır! Çünkü Türk-İslam milletleri inanıyorlar, ideal sahibi insanlar. Ancak inançlarını ve ideallerini hayatlarına geçirememelerinin ızdırabını çekiyorlar. Hak ve hakikate yöneliş uzak değil.

YEGANE ÇARE

1- "Küfrün tek bir millet" olduğu hakikatine inanmalıyız.
2- Türk-İslam mefkuresinin menfaati söz konusu olduğunda siyasi müttefiklerimizin hemen düşman saflarında yer alıverdikleri gerçeğini gözardı etmemeliyiz.
3- Türk-İslam milletleri olarak aramızdaki ihtilaflara, ayrılıklara, bölünmelere asla yer vermemeliyiz.
4- Sayılamayacak kadar çok düşmanımızın olduğu hakikati karşısında tek kurtuluş ümidimizin ittifak bereketiyle, İlahi yardım iklimiyle, Tevhid kalesine iltica ederek yeniden dünya insanlığını huzura, sükuna, saadeti ebediyeye hazırlama vazifesi girişimlerinde bulunmalıyız.
5- Mutlaka ilimde, bilimde, ticarette, sanatta, siyasette, her türlü müsbet işbirliği içinde hareket etmek zorundayız.
Bunu teşekkül ettirebilmek için;
- Allah için birbirimizi sevmeliyiz, Allah için buğzedilmesi gerekenlere buğzetmeliyiz.
- Birbirimize karşı mülayemetle, yani hoşgörü ve tatlılıkla davranışlar ve diyaloglar içinde olmalıyız.
- Hak ve hakikatlerle iktifa etmesini bilmeliyiz.
- Yapıp ettiklerimize güvenmemeliyiz.
-İhtiyatı, tedbiri, temkini elden bırakmamalıyız.
- Her ne suretle olursa olsun birbirimize karşı küfürlü olmamalıyız, birbirimizin aleyhinde bulunmamalıyız.
- Affedici, insaflı ve itidallı olmalıyız.
- Kur'an'a ve Sünnete aykırılık içine düşmemeliyiz.

Netice itibariyle Türk-İslam Birliğini istemek, anlamak, anmak, aktarmak, yaşamak ve yaşatmak dini ve milli en mühim vazifedir, vecibedir, bu böyle bilinmelidir. Şimdi şu hüküm ve kurallara, yol ve yöntemlere, ışıklı prensiplere kulak verip dikkat kesildiğimizde bu hakikatin böyle olduğu açıklıkla anlaşılacaktır. İşte İlâhi hükümler:

"- Ey iman edenler, Allah'a ve O'nun Rasûlüne itaat edin, birbirinizle çekişmeyin, sonra içinize korku düşer ve kuvvetiniz elden gider." (Enfal 8/46).

"- Hep beraber Allah'ın ipine sımsıkı sarılın. Sakın birbirinizden ayrılıp dağılmayın. Allah'ın üzerinizdeki nimetini düşünün. Hani siz birbirinizin düşmanları idiniz de O, kalplerinizi (İslâma ısındırıp) birleştirdi." (Âl-i İmran; 3/103)

Bir de Resûlüllah (s.a.v.)'ı dinleyelim:

"- Münakaşayı terkediniz, zira İsrailoğulları (bu yüzden) 71 fırkaya, nasraniler 72 fırkaya ayrıldılar. Ümmetim ise 73 fırkaya ayrılacaktır. Bunların bir kısmı müstesna hepsi de dâlâlet üzerindedir." (Talat Koçyiğit; Hadisçilerle Kelâmcılar Arasında Münakaşalar Ankara 1969, s. 225-26)
"-Sizden biri kendisi için sevdiğini kardeşi için de sevmedikçe iman etmiş olamaz." (Buhari, Nikâh, 1, Müslim, Nikâh, 5)

Prensiplere gelince:
- Ruh kökümüz adalet olmalıdır,
- Ruh kökünün yegane tatbikçisi ilmiyle amil, mükemmelleşme yolundaki insan olmalıdır. İnsan ise zaten kainatın meyvesidir. Halifetullahdır.
- Ruhunun tecessüs pınarlarına beyin yorarak, sönmüş, pörsümüş, beşeri ideolojilerden sıyrılmış, İslâm medeniyetinin ve Türk güzelliğinin hakikatine ermiş insanlar ile kucaklaşılmalıdır.
- Dini ve siyasi hizipleşmelerden uzaklaşanlardan olunmalıdır.

- Dünya ve Türkiye Müslümanları idrak ve inanç uyanışı içinde olarak, hak ve hakikat tılsımlarıyla donanımlı olmalıdırlar.
-Allah'ını ve Sevgilisini seven, birbiri üzerine "Tevhid ekseninde" titremeli ve kendine dönmelidir.
- Birliği temsil edenlerin sayısız dallara ayrılan siyasi iklimleri, bir tek gövdede birleşebilmellidirler. Yani tam teslimiyete ait İahi soluklu usul ve metodlara sahip olmalıdırlar.
Çare ve çözüm budur, fakat üstüne basarak yine söylüyorum ki;
Türkiye'nin ve dünyanın bütün Müslümanları eğer samimane, halisane, Türk-İslam birliğine talip iseler, bunun için böyle bir iman, inanç, aşk, hoşgörü ve iştiyak ile yüreklerini ve gönüllerini ortaya koyabilmelidirler.


Vesselâm.

20 Mart 2009 Cuma

Ali ihsan KARAHASANOĞLU

İstanbul 1962 doğumlu. Fatih İmam Hatip Lisesi ve İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu. Bir süre serbest avukatlıktan sonra Beklenen Vakit Gazetesi sorumlu müdürlüğü yaptı. Halen Vakit Gazetesi hukuk müşaviri ve yazarı.

Yeryüzünün hangi köşesine gitseniz, göreceğiniz; Müslümanların horlandığı, sömürüldüğü, hatta katledilip yaşama hakkının bile elinden alındığı gerçeğidir..

İşte, önümüzde Afganistan örneği.. Dağ-taş demeden bombalanan, düğün evlerinin bile uçaklardan atılan bombalarla ateş topuna döndürüldüğü bir İslâm toprağı..

İşte Filistin örneği.. Her gün birkaç çocuğun öldürüldüğü, yetişkinlerin öldürülmesinin hiç dikkate bile alınmadığı Filistin topraklarındaki çaresiz kardeşlerimiz..

İşte Irak örneği... Camilerin bombalandığı, camilerin içindeki Müslüman kardeşlerimizin yaralı ve silahsız durumda olmalarına rağmen kafalarına kurşun sıkılarak öldürüldüğü bir dünya...

İşte Cezayir örneği.. Dışardan güdümlü darbecilerin yönetiminde, kendi vatandaşlarını öldüren bir sistem...

İşte Çeçenistan örneği.. Bir yandan Rusya'ya karşı, bir yandan da Rusya'nın kuklası konumundaki kendi içinden çıkan yöneticilere direnen, bağımsızlık için mücadele veren

Çeçenlerin dramı..
1.5 milyara yaklaşan bir İslâm topluluğuna böyle bir tablo yakışıyor mu?
Kimyasal silah bulunduğu bahanesi ile Irak'a girilip, Müslümanların toprakları işgal edilirken, diğer 1 milyarı aşan Müslüman topluluğun, elinden bir şey gelmeyen çaresiz insanlar gibi olup bitenleri seyrettiği bir tablo bize yakışıyor mu?...

Kardeşlerinin katledilmesini seyredip, bir yandan da işgali gerçekleştirenlere (işgalcilerin mallarını satın alarak) çoğu kez de farkına varmadan destek verdiği bir tablo, bize yakışıyor mu?
Halkı Müslüman olan onlarca ülke bulunmasına rağmen, kendi içimizden çıkan Kıbrıs'ta kurulmuş Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni tanıyan Türkiye dışında tek bir ülke olmadığı tablo bize yakışıyor mu?

Tabii ki, bu tablo hüzün dolu... Bu tablo acı dolu.. Bu tablo gözyaşı dolu..

Görünen o ki; yeryüzünün her köşesinde Müslümanlar eziliyor, sömürülüyor, çile çekiyorlar..
Tüm bu şartlar altında, aynı inanç, aynı değer bilinci, aynı tarih ve kültür birikimine sahip insanların, içinde bulundukları bu mahzun durumu değiştirmek için birlik oluşturmalarından, birlikte hareket etmelerinden, haksızlıklara karşı yek vücut olmalarından daha doğal ne olabilir?

"Daha doğal" nitelemesi yetersiz; "daha zorunlu" ne olabilir?

Şarkta bir müminin ayağına diken batsa, garptaki müminin rahatsız olması gerektiğini emreden bir inancın ve bu inancın gereği olan hassasiyeti sürekli canlı tutacak "birliği " öneren dinin mensupları değil miyiz biz?

Niçin bu bölünmüşlük, niçin bu paramparçalık...

"Üç kişi yola çıksa, aralarında birisini lider seçsinler" buyuran bir Peygamber'in ümmetinin, bugünkü "baş"sız ve birbirinden kopuk içler acısı hali, aslında kendisine emredilen talimata aykırı davranışının bir sonucu değil mi?

Peki, somut olarak ne yapılmalı?

Yapılması gereken; farklı düşüncelere, ayrıntılardaki farklılıklara rağmen, İslâm'ın temel şartlarında buluşup, tüm dünya üzerinde İslâm birlikteliğini sağlamak..
Şarktaki Müslümanın da, garptaki Müslümanın da sahipsiz olmadığını tüm dünyaya ilan etmek..
Bunun için de, bu muazzam birliği daha önce sağlamış Osmanlı deneyiminden yararlanmak..


Yavuz Sultan Selim örneğindeki gibi, kendi ırkını, kendi liderliğini, üstünlük aracı olarak görmeyen, bilakis Müslümanların birliğine hizmet edebildiği ölçüde üstünlüğün elde edilebileceğine inanan bir anlayışdan hareket etmek...

Hatırlayacaksınız müthiş ifadeyi... Yavuz Sultan Selim Mısır'a geldiğinde, Melik Müeyyed Câmii'nde okunan hutbede kendisi "Hâkimü'l Haremeyni'ş Şerifeyn" unvânı ile zikredilir... Yavuz Sultan Selim, "Mekke ve Medine'nin Hâkimi" unvanını kabul etmez, "Ben ancak, 'Hâdimü'l Haremeyni'ş Şerifeyn'im (Mekke ve Medîne'nin Hizmetçisi)" der.. Mübârek makamlara hürmeten, kendisine layık görülen unvanındaki, hükmeden anlamındaki "Hâkim" kelimesi yerine, hizmetçi mânâsındaki "Hâdim"i getirtir... Bunu belirtmek için de sarığının üstüne süpürge biçiminde sorguç takar!
İşte bu yaklaşımla liderliğe talipli insanların önderliğinde, tüm Müslümanların birlik oluşturması...
Amaç, bugünkü yapılanmaların üstünde, tüm Müslümanların birliğini oluşturacak, uluslararası arenada Müslümanların haklarını savunacak bir devletler arası birlikteliğin sağlanması olmalıdır..
Belki bu sayede, 5 milyonluk İsrail'in, tüm Arap âlemine kafa tutuşu önlenebilir.
Belki bu sayede 260 milyonluk ABD'nin 1.5 milyarlık İslâm âlemi önünde cami içinde silahsız Müslümanların kafasına kurşun sıkması önlenebilir.
Belki bu sayede, Türkiye'nin tüm üyeleri Hıristiyan olan AB önündeki çaresiz bekleyişi sona erebilir!

19 Mart 2009 Perşembe

Anıl ÇEÇEN

1948 yılında Ankara'da doğdu. Ankara Koleji'ni ve AÜ Hukuk Fakültesi'ni bitirdi. 1971'de avukatlık stajını tamamlayarak Türkiye ve Ortadoğu Enstitüsü'ne asistan oldu. 12 Mart dönemi İdari Reform Komisyonu'nda Merkezi İdare sekreterliği yaptı. Üniversite öğrenciliği yıllarından başlayarak Ulus, Barış ve Halkçı gazetelerinde araştırmacı ve köşe yazarı olarak çalıştı. 1970-1978 arasında arkadaşlarıyla birlikte aylık Adım Dergisi'ni yayımladı. 1972'de AÜ Hukuk Fakültesi'ne asistan oldu. 1974-1978 arasında Halkevleri Dergisi'nin genel yayın yönetmenliğini yaptı. 1972-1978 arasında Halkevleri Atatürk Enstitüsü Genel Sekreterliğini, 1975-1977 yıllarında Halkevleri 2. Başkanlığını, 1974-1978 arasında Unesco Eğitim komitesi sekreterliğini, 1976-1986 yılları arasında Sanat Kurumu Başkanlığını yürüttü. 1984 yılından başlayarak serbest avukat ve yazar olarak çalışan Çeçen, 1990'da Danıştay kararıyla üniversiteye döndü. Halen AÜ Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku öğretim üyesidir. Sayın Çeçen'in Bilim ve düşünce dergilerinde otuzdan fazla bilimsel araştırması yayımlanmıştır.




Osmanlı İmparatorluğu varken bölge uzun süreli bir istikrar ve güvenlik adasına dönüşmüştür. Osmanlı öncesinde de bölgede çok büyük bir alana yayılmış olan Selçuklu Türk İmparatorluğu'nun dünyanın merkezî alanına barış getirebildiği görülmüştür. Gerek Selçuklu gerekse de Osmanlı İmparatorluğu dönemlerinde, Ortadoğu ve Ön Asya topraklarına egemen olan bir Türk gücünün merkezî bir otorite olarak bölgedeki çeşitli alanları kedine bağlı kılabildiği görülmüştür. Büyük imparatorlukların geniş sınırlarıbölgeye yayılırken, dışarıdan bölgeye yönelen her türlü saldırı ve tehdit zaman içerisinde geri püskürtülebilmiştir.

Orta Asya ve Kafkaslar'daki Türk imparatorlukları olan; Harzemşahlar ile Hazar İmparatorlu-ğu'nun yıkılması, bu büyük devletlerin Türk kökenli insanlarının boylar ve kavimler hâlinde güney ve batıya açılarak Ortadoğu ile Ön Asya'nın alanlarına yayılmalarına yol açmıştır. Batıdan gelen devletlerin zaman içinde yıkılması, dünyanın merkezî coğrafyasında bir siyasal otorite boşluğu yaratmış, kuzeyden ve "doğudan bölgeye inen Türk kavimleri bu bölgenin yeni insanları olarak yepyeni bir toplum yapısı ile dünyanın merkezî coğrafyasına egemen olmuşlardır. Batılı devletler merkezden geri çekilirken, doğulu halklar merkezin yeni toplumunu kurmuşlar ve buna uygun bir devletleşme sürecini başlatmışlardır.

I. Dünya Savaşı öncesinden başlayan olaylarla Ortadoğu bir kargaşa dönemine girmiş ve birbirini izleyen iki dünya savaşı sürecinde hem batılı Hıristiyan emperyal güçler merkezî coğrafyaya egemen olmuşlar, hem de onları kullanan Yahudi ve Siyonist merkezleri önemli miktarda bir Yahudi nüfusu yeniden Ortadoğu'ya yönlendirmişlerdir. 20. yüzyılın ikinci yarısına gelindiğinde bölgede artık bir yeni bir durum vardı: Ortadoğu halklarının büyük çoğunluğunu Müslüman olmasına rağmen, bu coğrafya batılı emperyal güçlerin çabaları ile parçalanmış ve parçalı yapının tam ortasında da Doğu Akdeniz kıyılarında uzanan yeni bir Yahudi devleti, dünya tarihînde üçüncü kez, oluşturulmuşlar. Batı'nın bir Yahudi devletini yeniden bölgede kurması üzerine, doğunun büyük gücü Sovyetler Birliği de İran topraklarında bir Kürt devleti kurmuş ama batılı emperyalistlerin baskıları ile bu devlet bir yıl içinde yıkılıp gitmiştir. Böylece bölgede Batı'nın egemenliği daha artmıştır.

Yenî dünya düzeni sürecinde merkezî alanın yeniden yapılanmasıyla ilgili değişik projeler öne çıkmaktadır: Avrupa. Amerika. İsrail, Rusya ve İran merkezli projelerin yanı Sıra bölgedeki Arap devletlerinin bir araya gelmesinden oluşacak olan ve Arap Birliği'ni hedefleyen büyük bîr Arap Konfederasyonu plânı da yavaş yavaş gündeme gelmektedir. Bölgeye Avrupa merkezli bakıldığa zaman Avrupa Birliği'nin bir kıtasal birlik olarak genişlemesi istenmekte ve bu doğrultuda, Atlas Okyanusu'ndan Ural Dağları'na kadar Büyük Avrupa kavramı dile getirilmektedir, Fransız milliyetçisi General de Gaulle, Amerika Birleşik Devletleri'ne kızdığı zaman. "Atlantik'ten Urallar'a kadar Avrupa" sloganını dile getirerek açıkça Amerika'ya karşı meydan okumuş ve bu doğrultuda Büyük Avrupa plânını açıklamıştır. Buna göre merkezi Avrupa'nın doğuya açılması; Balkanlar ve Kafkaslar'daki küçük ülkelerin yanı sıra Urallar'a kadar olan bölgede varolan Ukrayna, Rusya ve Türkiye'yi de parçalayarak eyaletler hâlinde sınırları kapsamına almak şeklindeki bir plânı içermektedir. Yâni Büyük Avrupa içerisinde merkezî ülkeler olan; Türkiye, İran, Suriye gibi üniter yapıların yer alması ancak eyaletler hâlinde parçalanmaları hâlinde mümkündür. Büyük Avrupa projesi bu çerçevede, küçük devlet modelinin Ortadoğu'ya taşınması anlamına gelmektedir. Anadolu yeni bir Balkanizasyon süreci ile Sevr haritası doğrultusunda parçalanarak Büyük Avrupa sınırları içinde" yer alabilecektir. Özetle, Türkiye'nin bugünkü büyüklüğü ile Avrapa Birliği'ne katılması Büyük Avrupa Projesi nedeniyle mümkün değildir.

Amerika Birleşik Devletleri'nin Büyük Ortadoğu Projesi ise, dünyanın merkezî alanını Avrupa ve Asya güçlerinin elinden almayı ve kendi egemenliği altında yeniden düzenlemeyi hedeflemektedir. Amerika da dünyanın merkezindeki devletlerin ülkelerini çok büyük görmekte, o nedenle bu ülkelerin Avrupa standartlarında küçük ülkeler hâline gelebilmesi için alt kimlikleri, cemaatleri, eyaletleri desteklemektedir. Büyük Ortadoğu Projesi Fas'tan Endonezya'ya yönelirken, dünyanın ortasında yer alan 22 Müslüman ülkenin sınırlarının değişmesi hedeflenmekte ve bu bölgedeki Müslüman devletlerin hemen hemen hepsinin küçük eyaletlere bölünmesi istenmektedir. Büyük Ortadoğu Proje-si'nde ABD, milletleri ve başkentleri dışlayarak sâdece bazı devletlerin ülkelerini arazi olarak ele geçirmeyi ve bu bölgedeki tüm petrol, doğalgaz, madem gibi zenginliklere el koymayı arzulamaktadır. Amerika'nın bu projesine gelecekte emperyalist saldırıya hedef olacakları ve bölünerek ABD sömürgesi konumuna sürüklenecekleri için bütün bölge ülkeleri açıkça karşı çıkmışlardır. Mısır ve Suudi Arabistan ilk günden böyle bir projenin Müslüman ülkelerde uygulanamayacağını dile getirmişlerdir. İran ile beraber diğer bölge ülkeleri de aynı doğrultuda karşı çıkmışlardır. ABD'nin bu emperyal projesine Türkiye de karşı çıkmak zorundadır, aksi takdirde Türkiye bugünkü yapısı ile ayakta kalamaz.

Eski Sovyet alanında yeniden egemenlik arayan Rusya ise, Sovyetler Bîrliği'ne dahil olan ülkeleri Orta Asya, Kafkasya ve Balkanlar üzerinde yeniden kendilerine bağlayabilmek için, "Bağımsız Devletler Topluluğu" diye bir yeni proje geliştirmiş ve bunun içine İran ile Türkiye'yi de dahil ederek kendisine bağlı bir Avrasya projesini gerçekleştirmeyi planlamıştır, Rusya eskiden kendi denetimi alanında olan bölgeleri "Yakın Çevre Doktrini" çerçevesinde yeniden kendine bağlamaya yönelirken; Bağımsız Devletler Topluluğu gibi bir gevşek konfederasyon modelini gündeme getirmek ve tüm Avrasya ülkelerini bu çatı altında kendisine bağlı kılmak istemektedir. Böylece Rusya, yeniden Avrasya'nın eskisi gibi egemeni olacak ve hiçbir biçimde Batılı emperyal güçlerin Avrasya'ya girmesine izin vermeyecektir. Kafkasya ile beraber Ortadoğu da Avrasya'nın alt bölgesi olarak bu yeniden yapılanmanın içinde yer alacaktır. İran ve Türkiye'nin yanı sıra Irak ve Suriye de parçalanarak eyaletler hâlinde Moskova merkezli bir Bağımsız Devletler Topluluğu alanına dahil olabilirler ve "böylece dünyanın merkez alanının kontrolü Rusların eline geçebilir. Bu proje Büyük Avrupa, Büyük Ortadoğu ve Büyük İsrail projelerine karşı çıkan bir kuzey egemenlik plânıdır.

Bölgeden iki bin yıl önce çıkartılan Yahudilerin yeniden Filistin'e dönmeleri üzerine gündeme gelen Büyük İsrail Projesi ise, kökleri üç yüz yıl öncesine dayanan eski bir plândır. Dünya Siyonist hareketi Siyon tepesini dünyanın merkezî, Kudüs'ü de başkenti hâline getirmeyi amaçlarken, günümüzdeki küçük İsrail üzerinden bölgeye yayılan ve bütün bölgeyi İsrail merkezli bir yeniden yapılanmaya sürükleyen bir girişim olarak ortaya çıkmıştır. İsrail'in kurulmasından sonra geçen yarım yüzyıl Ortadoğu'ya sürekli savaş getirmiş ve bu doğrultuda bütün bölge ülkeleri savaş ile teröre hedef olmuşlardır. Türkiye'de bir bölge ülkesi olarak Lübnan ve Kuzey Irak merkezli terör girişimlerine yıllarca hedef olmuş ve bu doğrultuda etnik bir bölünme senaryosu ile karşı karşıya kalmıştır. Bir ulus devlet olan Türkiye'nin karşısına bu dönemde Kuzey Irak üzerinden bir yeni etnik devlet yapılanması çıkartılmıştır. Böylesine bir dayatma ile Avrupa, Amerika ve İsrail destekli olarak karşılaşan Türkiye Cumhuriyeti, dost ve müttefiklerinin yeni Ortadoğu yapılaşmasında Türkiye ülkesinin bütünlüğünden vazgeçtiklerini geç de olsa anlamıştır. Büyük İsrail Projesi bölgenin eti küçük ülkesi olan İsrail benzeri küçük eyaletlerin Balkanizasyon süreci içinde Ortadoğu'da yaratılmasını hedeflemektedir. Irak'ın parçalanmasından sonra İran, Türkiye, Suriye ve Suudi Arabistan'ın da eyaletlere bölünmesi gündemdedir. Bu nedenle diğer bölge ülkeleri île beraber Türkiye bir araya gelerek kendisini savunmak zorundadır.

Gerek Büyük Avrupa gerek Büyük Ortadoğu gerekse de Büyük İsrail projeleri karşısına güçlü bir yapılanma ancak Merkezi Devletler Birliği kurulması ile mümkün olabilecektir.
Atatürk'ün Sadabat Paktı çerçevesinde İran ile Türkiye bir araya gelmelidir. İran ile Türkiye tarihte Selçuklu İmparatorluğu döneminde tek bir devletin çatısı altında bir arada yaşadıkları için o dönemin anısına böyle bir birlikteliğe "Yeni Selçuklu Vizyonu" denilebilir. Selçuklu İmparatorluğu dö- nemindeki gibi İran ve Türkiye bir araya gelerek birlikte hareket etmeleri ve Azerbaycan ile Suriye'nin de bu ittifaka Selçuklu İmparatorluğu döneminde olduğu gibi katılması Yeni Selçuklu Vizyonu'nun temelini teşkil etmektedir.

Yeni Selçuklu Vizyonu ile bir araya gelecek Türkiye, İran, Suriye ve Azerbaycan tıpkı Bağımsız Devletler Topluluğu gibi bir bölgesel konfederasyonla yönetilecekler, birbirlerinin rejimlerine ve iç işlerine karışmayacaklar, eskisi gibi bağımsız devlet olarak yaşayacaklar ama dışarıya ve bölgeye yönelecek emperyal saldırılara karşı bir araya gelerek kendilerini bir ortak savunma çatısı altında daha güçlü hâle getireceklerdir. Merkezî Devletler Birliği çalısı altında gerçekleşecek bu birliktelik, tıpkı eski Selçuklu İmparatorluğu döneminde olduğu gibi dört ülkeyi içine alacak ve bu ülkelerin devlet güçlerinin bir araya gelmesi ile dünyanın diğer büyük güçlerinin bölgeye saldırılarım önleyebilmek üzere yeni bir merkezî savunma örgütü, eski CENTO gibi, kurmalarıyla gelişecektir. Petrol, doğalgaz ve maden coğrafyası üzerinde kurulu bulunan bu devletler, batılı ve doğulu emparyal güçler tarafından saldırı ya da işgale hedef olmamak için kesinlikle bir araya gelmek, birleşmek ve birleştirdikleri devlet güçleri ile dünyanın merkezî alanındaki otorite boşluğunu doldurmak zorundadırlar. Bunu başarabilirlerse o zaman doğulu ya da batılı emperyal güçler dünyanın merkezini ele geçirme operasyonuna kalkışamayacaklardır. Çin, Rusya, Hindistan, Avrupa Birliği, Amerika Birleşik Devletleri gibi kıtasal büyüklükte bir büyük güç, dünyanın merkezî alanında ancak Yeni Selçuklu Vizyonu ile oluşturulabilir. Selçuklu'nun Türkleri getirip yerleştirdiği dört ülke olan Türkiye, İran, Azerbaycan ve Suriye böylesine bir vizyonla hareket edebilirlerse, eski Selçuklu hinterlandına bölgesel bir konfederasyon olarak Merkezî Devletler Birliği adlı bir güçlü yapılanma kurulabilirse bölge istikrara kavuşabilir. Yeni Selçuklu Vizyonu dünyanın merkezi bölgesinde Merkezi Devletler Birliği Konfederasyonu'nun kurulmasına giden kapıları açacaktır. Böylece bütün emparyal projeler devre dışı kalacak, merkezdeki devletler birleşerek kendilerini koruyabileceklerdir.

18 Mart 2009 Çarşamba

Ebubekir SİFİL

1960 tarihinde Kars'ın Sarıkamış ilçesinde dünyaya geldi. 1980 yılında Basın Yayın Yüksekokulu'na (şimdiki adıyla İletişim Fakültesi) girdi. 1984-85 öğretim yılında bu okulun Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü'nden mezun oldu. 1989 yılından 1993 yılı sonuna kadar Türkiye Diyanet Vakfı'nda yayın editörlüğü yaptı. 1993-1996 arası Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde (Van) ve 1998-1999 arası Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde Araştırma Görevlisi olarak çalıştı. Şu anda aynı fakültede Doktora yapmaktadır. Halen Semerkand dergisinde her ay düzenli olarak yazmaktadır. 1999-2000 arası Yeni Mesaj gazetesinde günlük yazılar yazdı. 2000 yılından beri günlük yazılarını Millî Gazete'de devam ettirmektedir.

İSLAM DÜNYASININ İRADE BİRLİĞİ İHTİYACI
Şu an, şu saat itibariyle dünyada, aralarında asgari seviyede dahi olsa müştereklik bulunduğunu fark edip de bunu "birlikte hareket etme" iradesine dönüştürmeyen tüzel kişilik ve kurumsal yapı neredeyse mevcut değildir. Bunun tek istisnası, halkını Müslümanlar'ın oluşturduğu ülke ve devletlerdir.
"Küreselleşme" olgusunun rekabeti ortadan kaldıran ve zayıfa hayat hakkı tanımayan dayatmaları karşısında ticaretten siyasete ve uluslar arası ilişkilere kadar her sahada, niyet, çıkar ve/veya hedef zemininde birliktelikler kurulmakta, şirketler ve hatta devletler birleşmektedir.
İslam coğrafyası, böyle bir birlikteliğe hem çok uygun, hem çok muhtaçtır. Kendi geleceği adına, dünyanın ve insanlığın geleceği adına bu birliktelik, ertelenemez ve ihmal edilemez derecede aciliyet kesbetmiş durumdadır.
Bu coğrafyanın, tarih boyunca ya istikrarın veya kaos ve karmaşanın merkezi olması elbette sebepsiz değildir. Yeraltı ve yerüstü kaynakları, insan potansiyeli, jeostratejik konumu ve dinî/tarihî geçmişi bu coğrafyayı önemli, hatta vazgeçilmez kılan başlıca hususlardır.
İnsan ve tabiat kaynakları hızla tükenmekte olan Emperyalist Batı'nın (burada bu kelime coğrafî değil kültürel/dinî bir kategoriyi anlatmaktadır) olanca gücüyle bu coğrafyaya yüklenmesi ve buralarda -domino taşlarıyla oynar gibi- ardı ardına devrimler gerçekleştirmesi sadece bölgenin önemini bir kere daha ortaya koymakla kalmıyor, aynı zamanda bu gidişi durduracak tedbirler üzerinde düşünmeye de sevk ediyor.
Osmanlı devleti yüzyıllar süren iç ve dış müdahaleler sonucunda yıkıldıktan sonra geriye kalan, irili-ufaklı birkaç düzine devlet oldu. Her biri kendi içinde yapısal sorunlar yaşayan ve dış dünyayla ilişkisi "egemen(in)e itaat" düzleminde şekillenen bu devletlerin her biri tarihin bu kertesinde, "global el" tarafından yeniden dizayn edilmek üzere sırasını bekliyor.
Bunun tek istisnası Türkiye'dir. Hiçbir zaman sömürmemiş ve sömürge olmamış bu topraklarda İslam dünyasının irade birlikteliğini konuşmak, "tarihî devamlılık" gerçeğinin önümüze koyduğu en büyük sorumluluktur.
Tarihî devamlılık, sadece birçok kamu kurumunun tabelasında kuruluş tarihinin 19. yüzyıl olarak işaretlenmesi anlamına gelmiyor. Hilafet'in TBMM'nin şahs-ı manevisinde mündemiç olması böyle bir devamlılığın hem garantisi, hem de zeminidir. Tepkilerin refleks halini aldığı bir ortamda bu hayatî konunun "îrtica" yaygaraları arasında heba edilmemesi gerekir.
Hangi siyasal düşünceye ve ekole bağlı olursak olalım, ülke ve bölge gerçeği bizi bu meseleyi soğuk kanlı bir şekilde ve her türlü ideolojik mülahazanın ötesinde bu konunun manevi anlamı konuşmaya zorluyor.
Reel politik!... Evet, bu meseleyi ciddi anlamda gündem etmenin önündeki birinci engel "genetik" alışkanlıklarımızı depreştirmesi ise, ikinci engel de "reel politik"tir. Ne var ki İslam dünyasının irade birlikteliğinin "ham hayal" olduğunu söyleyen çevreler, tarih boyunca birbirinin kanını emerek beslenmiş ve nihayet geçtiğimiz yüzyılda altına imza attığı iki dünya savaşıyla bu özelliğini perçinlemiş Avrupa ülkelerinin, yarım yüzyılda AB tabelasıyla küresel bir güç oluşturma sürecine nasıl geldiğini izah edebilirler mi acaba?!
Sonuç olarak gerek küresel gelişmeler, gerekse içinde yaşadığımız ve tarihî, dinî, kültürel, bölgesel. aidiyetlerle kopmaz biçimde bağlı olduğumuz bölge, tarihin bu kertesinde bizi kendi gerçekliğimizle bir kere daha yüzleşmeye çağırıyor.
Bu noktada yapacağımız tarihî tercih, hem bizim, hem de tarihsel ve kültürel olarak hâlâ "hinterland"ımız olan "çevremiz" için hayatî bir önem taşımaktadır. Ya kendi aslî kodlarımızla buluşacak ve böylece "tarihe maruz kalan" nesne değil, "tarihi yapan/yazan" özne olarak dünyaya insan merkezli medeniyeti yeniden hediye edeceğiz, ya da yabancılaşmayı benimsemiş, ancak gerçek anlamda ne kendisi ne de "öteki" olabilmiş bir toplum olarak dinî, kültürel, siyasal ve ekonomik küresel tsunamilere maruz bir bölge olarak ayakta kalma mücadelesi vermeye devam edeceğiz.

16 Mart 2009 Pazartesi

Ferhat KOÇ

1949 Ankara doğumlu, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi mezunu, Diyanet İşleri Başkanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğünde çalıştı, 1979' dan beri Milli Gazete Ankara temsilcisi, "Kurani Kaynaklarda Peygamberler Tarihi" isimli eseri var.

İSLAM DAYANIŞMASI GERÇEKLEŞMELİDİR

21. asra girişimizle birlikte dünya yeniden şekillenmeye başladı. Dünya yeniden şekillenirken mevcut blokların yıkıldığına yeni yeni bloklaşmaların gerçekleştirilmekte olduğuna şahit olmaktayız. Teknolojinin zirveye çıktığı günümüzde bloklaşmaları da normal görmek gerektiğine inananlardanız. Dünya hızlı bir dengeler değişikliği yaşamaktadır. Kısa süre içerisinde yeni dengeler oluşurken, yeni bloklaşmalar gerçekleşmekte. Yıkılan blokların yerini yenileri almaktadır. Ama şu bir gerçektir ki, hiç kimse yalnız kalmak istememektedir.

Bir araya gelişlerin temelinde kuşkusuz ekonomik istekler yatmaktadır. Birkaç ülke bir araya geliyorsa muhakkak bu gelişte bir takım menfaatler düşünülmektedir. Bu da kuşkusuz gelişen ekonomik şartlar içerisinde normal karşılanmaktadır. Bu menfaatler sadece ekonomiyle sınırlandırılmamalıdır. Ekonominin yanında dış güvenliği de unutmamak gerekir. Gerek ekonomi gerekse dış güvenlik ülkeleri bir araya getirmeye yeterli olabilmektedir.

Aslında bugün dünyaya kapalı ülkeler bulunsa da bunların gerçekte dünya ile içli dışlı olduklarını söylemeliyiz. Dünya ile ilişkilerini engellemeleri, önlemeleri mümkün değildir. Çünkü, yeryüzünde tüm ülkelerin birbirlerine ihtiyaçları vardır. Bu ihtiyaçlar komşu ülkeler için çok daha önemlidir. Komşu ülkeler arasında oluşturulmamış iyi ilişkiler tarafları rahatsız edebilir.
Bu değerlendirme ışığında bakıldığında Müslüman ülkeler her zamankinden daha çok dünyadaki gelişen olaylar karşısında dayanı şmaya ihtiyaç duyduğu bir dönemi yaşamaktadır. İhtilafların felaket getirdiği bilinci içerisinde bu dayanışmayı bir an evvel gerçekleştirmelidirler. İslam düşmanları bütün dünyada Müslümanlar arasındaki ihtilaflardan faydalanmaya çalışıyorlar. Her Müslümanın vazifesi Müslümanlar arasında ihtilafa neden olan sorunları halletmek olmalıdır. Açık ifadesi ile Müslümanlar arasında bir çatlak solursa onu kapatmak vazifesi olmalı.
Müslümanlar arasında dayanışmayı artırmak için sıkı işbirliği gerekiyor. Üzülecek durum ise İslam ülkeleri birbirleriyle çalışmak yerine başkalarını tercih ediyorlar. İslam ülkeleri ile de yine yabancılar aracılığıyla işbirliğine girmeye çalışıyorlar. Bu üzücü bir olaydır..

Türkiye İslam ülkeleriyle karşılıklı işbirliklerinin en güzel örneklerini ortaya koymalıdır. Bunu ortaya koyacak bir konumda da bulunmaktadır. İşbirliğinin geliştirilmesi için şu anda büyük bir potansiyel vardır. Bu potansiyelin gecikmeden harekete geçirilmesi gerekmektedir.
Müslümanlar birbirlerini yalnız bırakmamalı. Daha çok uyanık olmalıyız. Bir İslam ülkesi olarak kargaşadan uzak bir hayat istiyoruz. İslam düşmanları ise kargaşa ve çatışma istiyorlar. Müslüman liderler uyanık olmalıdır.

Kuşkusuz dünyadaki bütün bu gelişmeler bir gerçeğin altının çizilmesi gerektiğine işaret etmektedir. O da, İslam ülkeleri arasındaki birliğin artık oluşturulması zamanının gelmiş olduğudur. Müslüman ülkeler çeşitli alanlarda birlikteliklerini oluşturabildikleri zaman emperyalistlerin baskısından da kurtulmuş olacaklardır. Kapitalist dünyanın da korkusu bu değil mi?....

15 Mart 2009 Pazar

Fehim ÜÇIŞIK

1943 İstanbul doğumludur. 1960 yılında Vefa Lisesini, 1964'te İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesini bitirmiştir. Marmara Üniversitesinde Rektör Yardımcılığı, Hukuk Fakültesi Dekanlığı, Beden Eğitimi ve Spor Yüksekokulu Müdürlüğü, Sağlık Bilimleri Enstitüsü Müdür Yardımcılığı görevlerinde bulunmuştur.

BÖLGEMİZDE İŞBİRLİĞİNİN GEREĞİ

Birinci Dünya Savaşı'ndan sonra insanlığın tekrar bu tür felaketlerle karşılaşmaması için Cemiyet-i Akvam kurulmuştur. Buna rağmen İkinci Dünya Savaşı çıkmış, bu defa da Birleşmiş Milletler Teşkilatı kurulmuştur. Birleşmiş Milletler Genel Kurulu 10.12.1948 tarihinde İnsan Hakları Evrensel Bildirgesini kabul ve ilan etmiştir. Türkiye'nin 6.4.1949 tarihli Bakanlar Kurulu Kararıyla onayladığı anılan Bildirgenin önsözünde, insan haklarının tanınmaması ve hor görülmesinin insanlık vicdanını isyana sevkeden vahşiliklere sebep olmuş bulunduğu, dehşetten ve yoksulluktan kurtulmuş insanların, içinde söz ve inanma hürriyetlerine sahip olacakları bir dünyanın kurulmasının en yüksek amaç olarak ilan edilmiş olduğu, insanın istibdat ve baskıya karşı son çare olarak ayaklanmaya mecbur kalmaması için insan haklarının bir hukuk rejimi ile korunmasının esaslı bir zaruret olduğu ve bu bildirgenin insanlık topluluğunun bütün fertleriyle uzuvlarının bu haklar ve hürriyetlere saygıyı geliştirmeye ve bu hakların dünyaca fiilen tanınmasını ve tatbik edilmesini sağlamaya gayret etmeleri için ilan edildiği belirtilmiştir.
1982 Anayasasının başlangıcında da Türkiye Cumhuriyeti'nin, dünya milletleri ailesinin eşit haklara sahip şerefli bir üyesi olarak ebedi varlığı, refahı, maddi ve manevi mutluluğu ile çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azminden söz edilmiş ve her Türk vatandaşının temel hak ve hürriyetlerden eşitlik ve sosyal adalet gereklerince yararlanarak milli kültür, medeniyet ve hukuk düzeni içinde onurlu bir hayat sürdürme ve maddi ve manevi varlığını bu yönde geliştirme hak ve yetkisine doğuştan sahip olduğu belirtilmiştir.
İnsanların dehşetten ve yoksulluktan kurtulmuş ve söz, inanma ve diğer temel haklara sahip olarak yaşayabilecekleri bir dünya için Birleşmiş Milletler Teşkilatı içinde ve dışında çeşitli uluslararası kuruluş ve pek çok bölgesel işbirliği teşkilatı ortaya konmuştur.
Birleşmiş Milletler Teşkilatının özellikle Güvenlik Konseyini yeniden yapılandırma çalışmaları da sürdürülmektedir.
Çeşitli bölgelerdeki devletlerarası topluluk veya birliklerden bir kısmı başlangıçtan itibaren siyasi mahiyet arzetmekte, bir kısmı da giderek siyasi birliğe dönüşmektedir.
Bölgemizde ise yer yer baskı rejimleri, terör, çatışma, yoksulluk ve zaman zaman harpler, iç karışıklıklar dolayısıyla, sulh sükün ve maddi ve manevi varlıkları geliştirme ihtiyacı çok daha fazla olmasına rağmen işbirliği yetersiz bulunmaktadır.
Bu durum, milletimizin geçmişte üç kıtada, çok farklılıklara rağmen, pek çok milletin birarada adaletli, insan haklarına son derece saygılı ve böylece Birleşmiş Milletlerin İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinde belirttiği nizam içinde yaşamasına olan katkısının değerini somut olarak ortaya koymakta ve bir çok ülkeden çok sayıda devlet adamı, siyasetçi, yazar ve aydın, milletimizin bu katkısının çağın şartlarına göre yeniden gerçekleşmesini temenni etmektedir. Bu katkı yönetim yeteneği ve tarihi bağların sonucu olarak, özellikle Osmanlılar döneminde sulh sükun içinde yaşayan ve hala o zamanlardan kalma çok çeşitli bayındırlık eserlerine sosyal müesseselerde yararlanmakta olan ülkelerde mesela Sudan'da, Bosna'da, Kosova'da, Afganistan'da yoksulluk, terör, iç çatışma veya bölgesel harp gibi sebeplerle uluslararası müdahale olduğunda Türkiye'den komutanlar, askerler, sivil yöneticiler ve uzmanlar göreve çağrılmaktadır. İslam Konferansı Teşkilatı Genel Sekreterliği'ne ve Birleşmiş Milletler Kalkınma Programı Başkanlığı'na birer Türk'ün getirilmesinde de bu geçmişin ve bağların önemli payı olduğunu düşünüyoruz.
Bizce, Türk ve akraba topluluklarla ve ortak tarihimiz olan komşu ülkelerle çeşitli alanlarda işbirliğini geliştirmemiz yeryüzünde tüm milletlerin insan haklarına saygılı olarak barış ve refah içinde yaşayabilmesi için yararlı ve zorunludur.

14 Mart 2009 Cumartesi

Hikmet ÖZDEMİR

1946 yılında İstanbul'da doğdu, ilkokulu Taşkaracalar köyünde bitirdi. Gelenbevi Ortaokulundan sonra Vefa A. Lisesi'nden mezun olan Sn. ÖZDEMİR, 1971 yılında Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'ni bitirdi. Aynı Fakültede 1980 yılında doktorasını verdi. 1984 yılında Marmara Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi'nde Yrd. Doç. olarak göreve başlayıp; 1984-1986 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı Din Öğretimi Genel Müdürü oldu. Ayrıca Talim Terbiye Kurulu Temsilci üyeliği görevinde bulundu. 1993 yılında M.Ü.A.Eğt.Fak.Türk Dili ve Edebiyatı Eğitimi Bölümü'nde Doçent; 1999 yılında da Profesörlük unvanını aldı. Fakültenin Türkçe eğitimi bölümünde görevini sürdürürken istifa ederek Milletvekili adayı oldu. Prof. Dr. Hikmet ÖZDEMİR Akademisyenliğinin yanı sıra, birçok sivil toplum örgütünün kuruculuğunu ve başkanlığını da yapmıştır. Çok sayıda kitap ve makalesi de mevcuttur. 3 Kasım 2002 yılında yapılan seçimlerde Çankırı'dan Milletvekili seçilmiş, Parlamentolararası Birlik Türk Grubu (PAB) üyesi, TBMM İhtisas komisyonları ndan Milli Eğitim Kültür Gençlik ve Spor Komisyonu Başkan vekili olan Sn. ÖZDEMİR Arapça, Almanca ve Osmanlıca bilmektedir.


BİRLİĞE GİDEN YOL VE FAYDALI İLİM

Halkımız en güzel şekilde ifade etmiştir: "Alimdir fakat arif değildir" Bu şu demektir: İlim başka, irfan başka. Bir çok bilgiler vardır, ancak bunlar kitapların arasında satırlar olarak yazılmışlardır. Tıpkı ambardaki tohum gibi. Eğer tohum toprağa kavuşmazsa orada kalır, gelişmez ve çoğalmaz. Gelişip çoğalmayan ve yerinde duran tohumun çok fazla bir faydası olmaz. Tohum toprakla buluşup yeşerip başaklar verince, tüm canlılar ondan yararlanırlar. Bu, ilmin kalbe inmesine ve orada faydaya dönüşmesine benzer. Kuru bilginin faydalı ilme dönüşmesine irfan denilmektedir. Nitekim gönüllerin sultanı Yunus Emre:

"İlim ilim bilmektirİlim kendin bilmektir Sen kendin bilmezsen Bu nice okumaktır"
diyerek, ilim ve irfanı en güzel şekilde tanımlamıştır.

Gerçekten insanı kibir ve gurura sevkedip insanlığın mahvına sebep olan ilim görünüşte faydalı bile olsa gerçekte öyle değildir. Nitekim faydalı ilmin olgunluğuna erişmemiş olan bir hukukçu hak ve adalet gözetmeden verdiği bir kararda adeta bir cellattır. Tıp tahsili yapmış olan bir doktorun sırf para kazanmak hırsıyla yapacağı yanlış bir amaliyat insan kasaplığından öte başka bir şey ifade etmez. Keza ilmi mertebesine rağmen, emri altındakilere merhamet ve muhabbet göstermeyen bir yönetici hak ve hukuk sınırlarını aşarak sergilemiş olduğu bu davranışlarda zarardan başka bir şey yapmamış olur. Cahilin cehaleti ile yapamayacağı zararın daha beterini ilmi sayesinde gerçekleştirmiş olur. İşte bu sebeple Hazreti Peygamber Efendimiz "Ya Rabbi faydası olmayan ilimden sana sığınırım" buyurmuştur. İçinde yaşadığımız yerkürede hızlı bir şekilde gerçekleşen sosyal gelişme ve değişmeler hayatı mızın her safhasında kendini hissettirmektedir. Sahip olduğumuz değerler, tarihi birikim, ortak kültür ve ahlak anlayışımız ortaya konacak olan gayret ve çabalar için son derece önem taşımaktadır. İşte sevgi, kardeşlik, hoşgörü ve barış için atılacak her adım, ortaya konan her proje Türkiye ve içinde bulunduğumuz coğrafya için son derece önemlidir.

Birlik ve beraberlik, kardeşlik, barış, faydalı ilim, dayanışma, sevgi ve adelet gibi değerlerimizin yaşatılması, arttırılması ve yüceltilmesi adına yapılan bu güzel çalışmaları tebrik eder insanlığın huzuru için önemli bir adım olacağını söyleyebilirim.

13 Mart 2009 Cuma

İlhan ÇİLOĞLU

1930 yılında Akşehir'de doğmuştur. 1951 yılında kara harp okulundan piyade subayı olarak mezun olmuştur. 1956 yılında gönüllü olarak Kore'ye gitmiştir. Kendisi Mesam üyesidir. Albay İlhan Çiloğlu askerlerin yalnız savaş insanı değil, sanatçı, şair ve yazar kişiler olduğunu da milletimize tanıtmak için, 15 yıl süre ile araştırma ve çalışmalar yapmıştır. 150 yıllık kültür ve sanat tarihimizi tarayarak, ASKER RESSAMLAR, BESTECİLER, SİNEMA, TİYATRO OYUNCULARI ve ASKER KAZANINDAN YİYİN SANATÇILAR ve ASKER YAZARLAR ve ŞAİRLER isimli kitaplarını yayımlamıştır. Her iki kitapta muhtelif gazete ve dergilerde tanıtılmıştır. İlhan Çiloğlu, muhtelif yıllarda yayımlanmış yazıları ile şiirlerini Bir Askerden Makaleler isimli kitapta toplamıştır. Halen Önce Vatan gazetesinde yazarlık yapmaktadır. KKTC vatandaşıdır.

ATATÜRK VE DİNİMİZ ÜZERİNE

ATATÜRK'ün dinimiz üzerine olan düşünceleri, çalışmaları ve uygulamaları hakkında günümüze kadar pek çok kitap ve konu yazılmış, paneller, açıkoturumlar düzenlenmiş, konferanslar verilmiştir. Böylece konu hep gündemde kalmıştır. Şurası bir gerçektir ki, bu husustaki görüşler zaman zaman birbirine ters düşmüş ve çelişkilerle karşılaşılmıştır.

Yetmiş yaşına merdiven dayamış olan bu satırların yazarı bu konuda okuduklarını, gördükleri ve dinlediklerine dayanarak bu yazıyı kaleme almış ve araştırmacılık namusunu da omuzlarında hissetmiş olarak ATATÜRK'ü yerli yerine oturtmaya çalışmıştır. Takdir okuyucularındır.

Konuya, çok çarpıcı bir örnek olarak değerlendirdiğim, İstiklal Savaşımız kahramanlarından Orgeneral Fahrettin Altay'ın bir arkadaşıma anlattığı bir anısı ile girmek istiyorum.
Yıl: 1921 Sakarya Meydan Savaşı'nı sürdüğü günler. Başkomutan Mustafa Kemal Paşa, arazide, çadırda yatıyor. Süvari Kolordusu Komutanı Miralay Fahrettin Altay da çadırda. Bir gece uykusu kaçıyor ve ordugahı dolaşırken, Mustafa Kemal Paşa'nın çadırında ışığın yandığını görüyor ve içinden 'o şimdi biraz içki alıyordur, belki bana da verir" diye içeri giriyor. Mustafa Kemal Paşa'yı yatağına uzanmış kitap okurken görüyor. Kendisine ' Hayrola Fahrettin uykun mu kaçtı?' diye sorunca, cevaben 'Vallahi paşam ben sizin demlendiğinizi zannederek bir iki yudumda bana verir umuduyla gelmiştim; vebal altında kaldım, hangi kitabı okuyorsunuz?' diye soruyor. 'İslam dini ve tevsirleri' cevabını alınca da "paşam şimdi daha çok utandım" diyerek çadırdan çıkar.

Yıl:1936 ATATÜRK Bursa'da. Şimdi emekli albay olan Hayrullah Soygür o tarihte teğmen, onun kaldığı konağın dış emniyetiyle sorumlu subaylardan. Kendilerine, görünmeden görevlerini yapmaları tembih edilmiş. Şimdi hikayeyi kendisinden dinleyelim. ATATÜRK kendisini görüp yanına çağırıyor ve sohbete başlıyor. Ona ailesini, yaşadıklarını ve kendisini kimlerin yetiştirdiğini soruyor. Uzun uzun hayatını, Piriştine'den geldiklerini, babasının Çanakkale'de savaştığını, kendisini dedesinin yetiştirdiğini, ilkokuldan itibaren Kuleli'de okuduğunu anlatıyor ATATÜRK'e. Sıra dini bilgilerden sınava geliyor. Kendisinin Besmele çekmesini, Kulhuvallahi ve Elham'ı okumasını istiyor. Telaffuz yanlışlıkları yerinde durdurup düzeltiyor. Sonra okuduklarının anlamını soruyor ve tam doyurucu bir cevap alamaması üzerine 'bilmeyebilirsin ama bilmen de şart' diyerek konuşmasını şöyle sürdürüyor 'Büyük Tanrı diyor ki, İnsanlar doğacak ve yaşayacaklardır. Bu insanlar yaşamları boyunca çeşitli zorluklarla, hüsranlarla yaşayacaklardır. Ama bu insanlar arasında en az hüsrana uğrayacak olanlar, HAK YEMEYENLER VE SABREDENLERDİR. Şimdi namaza dursan ve Türkçe 'Büyük Tanrım, senin yap dediğini yapıyorum, yapma dediğini kesinlikle yapmıyorum. Kendimi kötülüklerden korumaya çalışıyorum, hak yemiyorum, sabrediyorum' dersen, sonra ALLAH'tan herşey istenir, sende bir şey istesen kabul edilmez mi? Ben kabul edileceği kanısındayım.

Bir subay ki askerlerinin dini ve milliyeti ile en iyi bir şekilde ilgilenir ve onları yetiştirir, İŞTE O MİLLET YIKILMAZ.

Yıl: 1993 Dolmabahçe sarayında 10 Kasım günü, ATATÜRK anılacak. Bende konuşmacılar arasında bulunuyorum. Aramızda ilerlemiş yaşına rağmen bulunan araştırmacı merhum Zarif Görgün Bey de var. Kendisi Topkapı Müzesinde genç bir asistan iken ATATÜRK müzeyi ziyarete geliyor. Tanık olduğu olayları şöyle anlattı. Büyük bir odaya giriliyor, odanın duvarlarına padişahlarımızın resimleri dayanarak konmuş; ATATÜRK müzenin müdürüne, resimleri göstererek 'Bunlar bizim atalarımız. Onların resimlerini tarih sırasına göre asınız ve bu odayı daima temiz tutunuz' talimatını verir.

ATATÜRK'ün 15 yıl yanında bulunan merhum Hafız Yaşar Okur, musikimizi iyi bildiği kadar Kur'an'ı da çok iyi okuyup anlayan seçkin bir kişidir. Onunla dini sohbetlere katılmış ve hatıralarını yayınlamıştır. Kitabında konu ile ilgili yazdıkları şöyledir:
'Öteden beri ATATÜRK'ün dine karşı ilgisiz kaldığını iddia eden bir takım bedbahtlar, hem bu eşsiz kahramanın hem de asil, Türk Milleti'nin kutsal inançlarına saygısızlık göstermişleridr. O, dine hiçbir zaman kayıtsız kalmamış, yalnız dinimizi kendi maksatlarına alet edenlere cephe almıştır. Bu hakikati bildirmek benim için kutsal bir görevdir.'

Kitabında yazdıklarını şöyle özetleyebiliriz:

-Ramazanların ATAM için çok büyük bir önemi vardır. Ramazan gelir gelmez ince saz heyeti Çankaya Köşküne girmezdi.
-Kandil gecelerinde de saz çaldırmazdı. Sadece beni huzurlarına çağırır, Kur'an-ı kerimden bazı sureler okuturlardı. Ben okurken gözleri bir noktaya takılır derin bir huşu içerisinde dinlerdi.
-Ramazanlarda, bir ay süre ile Hacı Bayram-ı Veli ve Zincirlikuyu camilerinde, şehitlerimizin ruhuna Hatm-ı Şerif okumamı emrederlerdi.
-1932 yılı Ramazan ayında, ATATÜRK'ün emirleriyle camilerde yapılan mukabelenin son sahifeleri cemaate Türkçe olarak izah ettirilirdi. Böylece halk dinlediği mukabelenin anlamını anlayabilirdi. Hafız Yaşar Yerebatan Camisi'nde, Yasin Suresi'ni Arapça okuduktan sonra Türkçe tercümesini de okumuştur. Onun beğenisi üzerine bu uygulamaya devam edilmiş Sultanahmet Camisi'nde mevlit okunması emrini vermiş ve mevlit ilk kez radyodan da yayınlanmıştır. Kendisi de radyodan dinlemiş, çok mutlu olmuş ve bütün hafızları saraya davet etmiş, onları tebrik etmiş ve ödüllendirmiştir.

ATATÜRK, çok sevdiği Şükrü Naili Paşa'nın Edirne'de tören esnasında ölümü üzerine Hafız Yaşar'a mezarının başında Yasin Suresi'ni okutmakla kalmamış aynı gün akşamı sarayda aynı sureyi okutmuş ve gözleri yaşlı dinlemiştir.

Her yıl Çanakkale şehitlerimiz için mevlit okutulması gelenektir. 1932 yılında, mevlit ATATÜRK'ün emri ile Çanakkale'de Şehit Mehmet Çavuş anıtı önünde okunmuştur. Merhum Hafız Yaşar Okur'un daha pek çok anısı vardır.

Merhum üstad bestekar Sadettin Kaynak aynı zamanda ilahiyatçıdır. O da ATATÜRK ile dini sohbetlere katılanlar arasındadır. Bir gün saz takımı Dolmabahçe'de toplanmış, hafızların hepsi de oradadırlar. Onlara sırası ile Elham'ı okutmuş kendisi de asker edası ile okumuş ve oturduktan sonra Sadettin Kaynak'tan Kuran-ı Kerim'in Nisa Suresinin 23. ayetinin tercümesini okumasını rica etmiştir. Bu ayette erkeklerin kimlerle nikah yapabileceği hususlar yazılıdır. Sadettin Kaynak 'iki kız kardeşi nikah etmeyiniz' der demez ATATÜRK ayağa kalkar ve 'böyle şey olmaz' der zira kendisi o sureyi daha önce okumuş ve hatalı tercümeyi tesbit etmiştir. Hepsi de ayağa kalkar, Sadettin Kaynak 'Paşam bu tercüme yanlıştır, Kur'an öyle demiyor, aslı iki kız kardeşi birlikte almak haramdır' der. Hatanın tercümeden kaynaklandığı anlaşılır. ATATÜRK, 'Mehmet Akif Bey'in tercümesini arayıp bulalım, onun üzerinde çalışmalarımıza devam edelim' der.
Atatürk, ömrünün son yıllarında da dinimizin Milletimiz tarafından iyi anlaşılması için pek çok gayret sarf etmiştir. Masraflarını bizzat kendisi karşılayarak, Diyanet İşleri Başkanlığı'nca, değerli din alimlerimizden Elmalılı Hamdi Yazır'a görev verdirterek, 9 ciltlik 'HAK DİNİ, KUR'AN DİLİ Türkçe Tefsir' kitabını Latin harfleri ile bastırarak müftülükler aracılığı ile milletimize dağıttırmıştır. Ayrıca, sünni Müslümanlarca, şeriat hukukunun Kur'an'dan sonraki kaynağı kabul edilen 12 ciltlik Sahih-i Buhari'nin kitabını da müftülükler aracılığı ile milletimize dağıttırmıştır.

Atatürk Çanakkale savaşları sırasında, vatan için gözünü kırpmadan ölüme giden erlerimizin yüceliğini şöyle anlatmıştır:

'Düşman mevzileri arasındaki mesafe 8 metreye kadar düşüyordu. Ne kadar imrendirici soğukkanlılık ve kadere inanarak düşman üzerine atılıyor; biliyor musunuz, öleni görüyor, üç dakikaya kadar öleceğini biliyor, ufak bir yılgınlık bile göstermiyor. Okumayı bilenler ellerinde Kuran-ı Kerim cennete gitmeye hazırlanıyorlar, bilmeyenler Kelime-i Şahadeti tekrarlayarak yürüyorlar. Bu Türk askerindeki RUH KUVVETİNİ gösteren bir misaldir'
ATATÜRK, milletine zafer kazandıran bu RUH'u söndürmek ister mi? Geleceğin kahramanı olacak nesillerin bu ruhtan yoksun olmaları düşünülebilir mi hiç? Bu ruh KORE'de, KIBRIS'ta kendini göstermedi mi? Halen sürmekte olan doğu ve güneydoğumuzda, Kuzey Irak'ta süren çatışmalarda bu ruhu taptaze görmüyor muyuz?

Atatürk'ün camilerimizi ve din görevlilerimizi bir devlet kurumu olan Diyanet İşleri Başkanlığının maddi ve manevi gözetimi altına alması onun dinimize olan ilgisi ve saygısının bir ifadesi değil midir? Buna dini bayramlarımızı resmi tatil günleri içine dahil ettiğini de hatırlatmalıyız. Halbuki onun karşıtları Milli Bayramlarımıza itibar etmemekte ve o günleri 'Azap Günleri' olarak nitelendirmektedirler, bu hak mıdır, reva mıdır?
Son söz olarak, Atatürk'ün dinsiz ve din düşmanı olmadığını sizlerin önüne sermiş bulunuyorum. ONUN MAKSADI VE HEDEFİ DİNİMİZİ CAHİLLERİN ELİNDEN ALMAK, EHİLLERİN ELİNE VERMEKTİ.
Ne var ki buna ömrü yetmedi. Gördüklerimiz hep bu eksikliklerden kaynaklanmaktadır. Ama içimizi serinleten bir husus vardır ki, o da bugünlerde bu konuların tartışılması ve taraftar bulmasıdır.

12 Mart 2009 Perşembe

Nusret ÇİÇEK

1973 Ankara Hukuk Fakültesi mezunu. Lise öğretmenliğini müteakip Türkiye'nin bir çok il ve ilçelerinde Savcı, Başsavcı olarak görev yaptı. Adalet Bakanlığında Bakan Danışmanı, Personel Genel Müdür Yardımcısı, Tetkik Hakimliği görevlerinde bulundu. Son olarak Ankara Başsavcı Vekili olarak görev yaptıktan sonra, Ağır Ceza Mahkemesi hakimliğinden emekli oldu. Halen serbest avukatlık yapmaktadır. "Esirler" adlı romanı, "İmam Başbakan" adlı yayınlanmış eserlerinin yanı sıra, bir süre Vakit Gazetesi'nde köşe yazarlığı yaptı. Öğrencilik yıllarında "Yeniden İnkişaf" adlı dergiyi yayınladı. "İkinci Türkiye" adlı eseri de yayına hazır.

Osmanlı'nın bıraktığı yerden işe başlamak

"Türk İslam Birliği" iddialı bir konu. Eserin hayat bulması için Mimar Sinan kabiliyetinde mimarlar gerekir.. Ayrıca Bedrin Aslanları, Malazgirt, Çanakkale karışımı bir ruh. Rahmeti kadar zahmeti de çok.. Tasarlanan bu projeyi hayata geçirmek için Osmanlı'nın bıraktı ğı yerden işe başlamak.. Stratejik anlamda, kaleyi geri almak.. Bu girişimin her daldaki manevi unsurları; hoşgörü, sevgi, kardeşlik, uygar planda sosyal ilişkiler; ilim ve irfan ordusu.. Bozulanı, yıkılanı yeniden ayağa kaldırmak için zorunlu hamleler; sıklaşma, dayanışma, elele vermek. Bir bakıma da dağılan imparatorluğun parçalarını hiç olmasa ideoloji planında bir araya getirmek.
Bana göre bu oluşumun bir adı da, yeniden var olmak harekatı.
Millet olarak 1789 Fransız ihtilali ile yıkıldık. Çernobil faciası gibi etrafa yaydığı milliyetçilik radyasyonları ile koca imparatorluk yerle bir oldu. Her hastalığa çare bulundu da ne hikmetse, bu aşırı dozda insanların damarlarına giren "milliyetçilik akımları"na bir çare bulunamadı. Kur'an her ne kadar bu müptezel hastalığın reçetesini yazmışsa da insanların ilahi vahiy pınarına karşı mesafelerinin uzaklaşması sonucu, hastalık dünyamızda giderek yayıldı. Şimdi insanlar dillerine ve de ırklarına göre şekillenerek, ateşi hiçbir zaman sönmeyecek yeni bir kavganın oluşumunu hazırlıyorlar. Başka bir deyişle de insanlık kendi elleriyle sonunu hazırlıyor. Kavmiyetçilik Allah'ın hiç sevmediği bir haslet. O yüzden barış ve huzur planında işi ele alan Kur'an; "Ey Ademin oğulları, hepiniz bir anadan ve bir de babadansınız" mesajını yaymaktadır. Arkasından da, "Müminler ancak kardeştirler" son noktası.
Şimdiki halimize bakıyoruz; paramparça olmuş bir İslam dünyası. Yer altı zenginlikleri Siyonistler tarafından sömürülen ülkeler. Toprakları zorla işgal edilen devletler. Zülüm, işkence hat safhada. Bütün bir İslam alemini köleleştirmek için de ortaya attıkları sinsi projeler. "Büyük Ortadoğu Projesi" gibi.Dışarıda barışın olmadığı gibi içte de bir takım siyasi mülahazalarla günü birlik menfaat kavgaları. Sonuçta, ruh dünyası tarumar olmuş bir İslam alemi.. Bu versiyonda Türk İslam Birliği çalışmalarını Türk Milletinin fikir bazında bir önderliği olarak düşünüyorum. Moğolistan'dan, Kafkasları, Balkanları, Arap yarımadasını, sonuçta bütün dünya Müslümanlarını bir ülkü etrafı nda birleştirecek yeni bir Osmanlı hareketi. Öncüsü her zaman olduğu gibi Türk milleti. Bu milletin alt kimliğinde şüphesiz tüm Müslüman kavimler mevcut. Onları bir araya getirip tutturmak, sonra da Kurân'ı anlamda bir dünya barışı oluşturmak.. Şüphesiz büyük bir olay. İnsanlık alemini yeniden kendine getirecek kadar şiddetli.. Yoksa, Bağdat'ı, Çeçenistan'ı, Filistin'i yeniden eski haline getirmenin başka çaresi yok.

e-mail: info@turkislambirligi.org

Necati ÖZFATURA

1930 yılında Bursa'da doğdu. 1958-1964 yılları arasında Ankara Hukuk Fakültesinde öğrenim gördü. Yeşilay Cemiyeti Genel Başkanı olan Özfatura'nın, "Afganistan Destanı", "Kurtlar Sofrasında Ortadoğu", "De Facto Cezayir", "Kanla Yazılan Destan Çeçenistan" gibi çok sayıda eseri yayınlanmıştır. Özfatura, Türkiye Yazarlar Birliği Basın Fıkra Dalı (1992), Türk Dünyasına Hizmet (1998), Türk İşbirliği ve Kalkınma İdaresi Başkanlığı (TİKA) 2002 Ödülü gibi ödüllerin sahibi olmuştur.

Milli Meselemiz: TÜRK DÜNYASININ BÜTÜNLEŞMESİ NASIL OLMALIDIR?
1) Anadolu Türkleri ile Dünyanın her köşesindeki Türklerin bütünleşmesi "Türk Dünyası"nın bir numaralı milli hedefi olmalıdır.
2) Anadolu Türkleri (Türkiye) ise, Türk Dünyasının "beyni" ve İslam Dünyasının "kalbi" durumundadır.
3) Türk Dünyasının bütünleşmesi, İslam Dünyasının birleşmesinin
itici gücü ve ona yön veren kılavuzu olmalıdır.
4) Anadolu Türkleri ile Anadolu dışındaki Türkler eşdeğerde, aynı kıymette ve hiç birinin ihmali mümkün olmayan bir bütünün aynı özelliğini taşıyan unsurlarıdır.
5) Anadolu'da yaşayan Türkleri, tarih boyunca güçlü olduğu zaman Anadolu dışındaki Türkler ve bütün Müslümanlar (İslam Dünyası) huzur, refah ve güvenlik içinde olmuşlardır. Anadolu'da Türk Devletleri zayıflayınca ve birbirleriyle boğuşturulunca, Türk ve İslam Dünyası, Hıristiyan Batı, Siyonizm, Rus, Hindu, Çin, Yunan, Sırp velhasıl sayısız emperyalist güçlerin esareti altında sömürülmüş, soykırıma maruz kalmış ve tarihin en karanlık günlerini yaşamışlardır.
6) Bu gün de Türk İslam Dünyası, sözde ve şekilde kalan bağımsızlıklarına rağmen ekonomik, kültürel hatta siyasi esaret altındadırlar.
7) Yalnız Türk Dünyasını değil İslam Dünyası'nı da yukarıda sayılan emperyalist güçlerin esaretinden ve sömürüsünden kurtaracak en güçlü aday "TÜRKİYE" dir.
8) Türkiye, istese de istemese de, Türk ve İslam Dünyası'nın lideri olmak mecburiyetindedir. Bu mecburiyetten ve tarihi görevden kaçtıkça, gaileler ve felaketler zinciri artarak perişan olmaya mahkumdur.
9) Türkiye Türk ve İslam Dünyası'nın sıkıntılarını ve sevinçlerini paylaşıp, onlara hizmeti manevi bir görev kabul ettiği an, Türkiye'nin yıldızı milletlerarası platformda parlayacak; süper güç olarak itibar görecektir.
10) Türkiye her bakımdan güçlü olmaya, Türk Dünyası ile bütünleşerek İslam Dünyası'na yakınlaşmaya mecbur ve hatta mahkumdur.
11) Türk ve İslam Dünyası'nın meselelerine ilgi göstermek, çilelerini paylaşmak, ne ümmetçilik, ne de kavmiyetçiliktir. Aklın gereği ve tarihin zaruretidir.
12) Türkiye, başta ABD ve AT (Almanya) olmak üzere süper ve emperyalist güçler ve bunların güdümündeki komşularımız tarafından giderek daralan bir tehdit ve husumet çemberi içindedir. Bu çemberi kurma, iç hattan dış hatta kuşatılmışlıktan kurtulup, kuşatan duruma gelmesi için Türk Dünyası ile bütünleşip İslam Dünyası'na yakınlaştırılıp onların desteğini almaya mahkumdur.
13) Dış Türler Bakanlığı ve Enstitüsü acilen kurulmalıdır.
14) Türk Dünyası'nın iç ve dış meseleleri, aylık dergi ve ilmi yayınlarla tartışılmalıdır. Kendi meselelerini tartışan, kafa yoran ve gündeme getiren ülkeler daima karlı çıkmışlardır. Türkiye'de yapılan bu konudaki çalışmalar, gelecek için ümit kaynağıdır.
15) Türk Dünyası'nın müşterek ve her birinin kendisine ait milli hedefleri, milli stratejisi ve milli dış politikası ve ortak noktalarla, kesişen noktaları acilen tespit edilmelidir.
16) Her yıl dünyadaki bütün Türkleri eşit olarak temsil eden KURULTAY, her Türk toplumunu devamlı temsil eden (Türk Dünyası'nın hükümeti görevini ifa eden) TÜRK DÜNYASI YÜKSEK KONSEYİ ve nüfusa göre sayısı belirlenmiş ve seçimle gelen TÜRK DÜNYASI PARLAMENTOSU acilen kurulmalıdır.
17) Türk Dünyası'nda haberleşme, ilmi yayın ve her türlü işbirliğini temin için tek bir MÜŞTEREK ALFABE acilen kabul edilmelidir.
18) Türk Dünyası'nda üst edebiyat dili olarak "İSTANBUL LEHÇESİ" kabul edilmelidir.
19) Arap Birliği İslam Konferansı Teşkilatı, İngiliz Milletleri Topluluğu (Common Wealth) ve diğer birliklerin statüleri incelenerek, bütün Türk Topluluklarına, iç işlerinde tam bağımsız olmak kaydıyla bir birlik anlaşması hazırlanarak "TÜRK DÜNYASI BİRLİĞİ" kurulmalıdır.
20) Türk Dünyası'nı teşkil eden topluluk ve ülkeler arasında "TÜRK BİRLİĞİ" kurulmalıdır. Bu birlik başta kültürel ve ekonomik olmak üzere her türlü iş birliği ve yardımlaşma teşkilatı ya da federasyonu veya Konfederasyon çatısı altında kurulacak ihtisas kuruluşlarıyla en üst seviyeye getirilmelidir.
21) Ve gerekli ortam temin edilince, en kısa zamanda "TÜRK DÜNYASI ORTAK PAZARI" kurulmalıdır.
22) Türk Dünyası Sosyal Yardımlaşma Fonu kurulmalıdır.
23) Türk Dünyası'nda ortak para birimi kullanılması için ön hazırlıklar başlatılmalıdır.
24) Türk Dünyası'nda vize ve pasaport uygulaması kaldırılmalıdır.
25) Türk Toplulukları arasında Türk Dünyası olimpiyatları 3 yılda bir yapılmalıdır.
26) Tespit edilen süre içinde ve belirli şartlarla Türk Dünyası Arasındaki "Gümrük Duvarı"
kaldırılmalıdır.
27) Türk Dünyası'nın ve mensuplarının "hilal" ve yıldızlı milli bayrakları, milli marş ve milli kıyafetleri tespit edilmelidir.
28) Başta ABD ve Rusya'nın baskısıyla Türk Dünyası'nda uygulanan doğum kontrolü ve nüfus planlaması, Türkiye başta olmak üzere derhal kaldırılarak Türkiye'nin 100 milyona ve Türk Dünyası'nın 500 milyona ulaşması milli hedef olarak tayin edilmelidir.
29) Dış Haber Ajansları her türlü haberleri kendi ideoloji ve menfaatlerine göre verdiğinden, acilen TÜRK DÜNYASI HABER AJANSI kurulmalıdır.
30) Türk Dünyası'ndaki her türlü para işlemlerinin kolaylık akışı için TÜRK DÜNYASI BANKASI kurulmalıdır.
31) Dünyanın muhtelif bölgelerinde yaşayan Türk ve Müslüman azınlıkların her türlü insani hakları, din, dil, kültür ve (milli-dini) varlıklarını (mevcut ikili, milletlerarası anlaşmalar, AGİK, Helsinki Nihai Senedi vesaire) hukuk statüleri ve anlaşmaların himayesinde kullanılması temin edilmelidir. Ezilen Müslüman ve Türklerin hakları savunulmalıdır.
32) Türk dünyası'na dahil toplulukların öğrencilerine burs vermek bu ülkeler arasında yakınlaşmayı ve bilgi akışını temin edecek "TÜRK DÜNYASI ÜNİVERSİTESİ" kurulmalıdır.
33) Türk Dünyası'nda yaşayanların milli ve manevi değerlerini, örf ve adetlerini, dini inançlarını ve milli kimliklerini muhafaza ve geliştirmek, milli hedef olmalıdır.
34) Türk Dünyası'nın bütün üyeleri birbirinin sınırlarının muhafazasını taahhüt etmelidir.
35) Türk Dünyası Askeri ittifakı kurulmalı ve birine yapılan kasıt bütün Türk Dünyasına yapılmış sayılmalıdır.
36) Henüz bağımsızlığına kavuşmamış Türk ülkelerindeki Türklerin yabancılarla evlenmesi ve göçü engellenmelidir. Ve bu toplulukların da bağımsızlığı için her türlü destek sağlanmalıdır.
37) Türk Dünyası'nın unsurları arasında ortak yatırım, kredi ve teknoloji akışı ve ticari münasebetleri en üst seviyeye çıkarılmalıdır.
38) Türk Dünyası mensupları arasında silahlı mücadele ve silaha başvurma kesin olarak önlenmeli dir.
39) Bütün faaliyetleri birleştirici karakterde olmalı ve asla İslamiyet'e aykırı düşmemelidir.
40) Türk Dünyası ülkeleri arasında "turizm" geliştirilmeli, bu ülke halkları arasında evlilik, ticaret ve birbirinde misafir edilerek, kaynaşma en üst seviyeye getirilmelidir.
41) Türk Dünyası'nı Tanıma Vakfı kurulmalıdır.
42) 74 yıl komünizm esareti altında yaşayan toplulukların İslamiyet'i öğrenme ve Cami, Kur'an
Kursu, okul yapımı, türbe tamiri gibi hususlardaki her faaliyet maddi ve manevi bakımdan desteklenmelidir.
43) Türk Dünyası'nın meselelerini dünya kamuoyuna anlatmak için basın, yayın, televizyon ve her türlü propaganda araçlarından en geniş ölçüde istifade edilmelidir.
44) Her ülkedeki, münhasıran ABD ve AT ülkelerinde yaşayan Türkler kendi aralarında güçlü lobiler kurmalı ve bu ülkede yaşayan Müslümanlarla işbirliği yaparak, Türk ve İslam Dünyası'nın meselelerine lobi desteği sağlanmalıdır.
45) Her türlü eser, bilgi, teknoloji, arşiv, kütüphane bilgileri müşterek bilgisayar ağı ile aynı anda bütün Türk Dünyası'na ulaştırılmalıdır.
46) Türk Dünyası'nın ekonomik açıdan dünyanın en büyük süper gücü olması için, muhtelif kuruluşlar teklif ve stratejiler hazırlamalıdır.
47) Kara, deniz ve hava ulaşım ağı bütün Türk Dünyası'nı birbirine bağlayacak şeklinde geliştirilmelidir.
48) Türk Dünyası Televizyonunda yabancı kültürlerin ürünleri asla gösterilmemelidir; Türk İslam şuuru aşılanan programlar esas alınmalıdır.
49) Türk Dünyası'nın en ücra köşesinden Türk Dünyası'nın hatta dünyanın her köşesi ile konuşulabilecek bir haberleşme ağı kurulmalıdır.
50) Bütün meselelerin hallinde ve Türk Dünyası'nın bütünleşmesinde esas itici güç; milli birliktir. Herkes kısa vadeli ve şahsi menfaatlerini bir kenara koymak zorundadır.
51) Lozan'dan sonra Türkiye ile Türk-İslam Dünyası arasında örülen buzdan duvar eritilmelidir.
52) CIA, KOB, MOSSAD ve diğerlerinin tuzaklarına düşülmemelidir. Türk Dünyası için müşterek bir istihbarat teşkilatı kurulmalıdır.
53) Türkiye Batı ile Bütünleşmek gibi çağdışı politikaları terk etmelidir.
54) Çok partili demokrat rejim kurulmalıdır. Bu rejimi tehlikeye sokan senaryolar bertaraf edilmelidir.
55) Gençleri tehdit eden uyuşturucu alışkanlığı, alkol, kumar, israf, fuhuş, cinsi sapıklık ve her türlü kötü alışkanlıklarla mücadele edilmelidir. Türk Milletini ayakta tutan sağlam aile yapısını dejenere eden her türlü kötülük önlenmelidir.
56) Savaş felaketinden korunmak, savaşa hazırlanmakla mümkündür. Türk Dünyası en modern silahları ihtiva edecek şekilde Savunma Sanayini kurmalıdır.
57) Türk Dünyasını teşkil eden ülkelerin "milli ordusu" ve "Türk Dünyası Ortak Güç"ü düşmanın yüreğine korku verecek şekilde (güçlü) olmalıdır.
58) Hıristiyan Batı kültür potasında eriyen bazı aydınlar, artık milli ve manevi değerleri hor görmeyi bırakıp, milletle barışmalı ve Batı'nın firma temsilciliğini terk etmelidirler. Japonya'nın başarısı milli kültüründen taviz vermemesi ve entellektüel halk ile bütünleşerek onlara önderlik etmiş olmasından kaynaklanmaktadır.
59) Çağdaşlaşmak, asla batılılaşmak ve İslamiyet'ten kopmak değildir. Aksine milli ve manevi değerlerine sahip olarak asrımızın en ileri teknolojisi, ilim ve metotlarına sahip olmaktır.
60) Türk Dünyası'nın asıl güç kaynağı, milli ve manevi değerleri ile İslamiyet'ten kaynaklanan sağlam aile yapısıdır. Türk Dünyası'ndaki milli eğitim gerçek milli olmalıdır.
61) Ekonomik bağımsızlığa sahip olmayanlar gerçek ölçüde siyasi bağımsız olamaz. Sanayi, tarım, hizmet ve her sahada gelişme en üst seviyeye getirilmelidir.
62) Son birkaç asırda takip edilen taviz politikası terk edilmelidir. Dinini, dilini ve milli-manevi değerlerini kaybeden milletler tarihten silinmeye mahkumdurlar.
Elbette bunlar sadece; önemli olanlardır. Netice olarak Türkiye'nin ve Türk Dünyası'nın kurtuluşunun reçetesi şudur:
1) Türk Dünyası bütünleşmeli ve İslam Dünyası ile yakınlaşmalıdır.
2) Milli ve manevi değerlerine sahip ve maddeten güçlü olmalıdır.
3) Diğer kültürlerin ve bilhassa Batı kültürünün esaretinden kurtulmalıdır.
63) AVRASYA televizyon kanalında Türk Dünyası'nı teşkil eden bütün topluluklara hitap edecek ortak yapımlar gösterilmelidir. Bu kanal, tamamen milli ve manevi değerleri güçlendirici ve sağlam Türk Aile yapısını takviye edici mahiyette olmalıdır. Türk İslam kültürü dışındaki programlarla asla yer verilmemelidir. Başta ABD olmak üzere süper ve emperyalist güçlerin bu kural vasıtasıyla Türk Dünyasını dejenere etmesine asla müsaade edilmemelidir.
64) Türk Dünyası'nın her birinin milli bayramları ve hepimizin dini bayramı olan (Ramazan ve Kurban Bayramı)ndan başka, Türk Dünyası'nın müşterek milli bayramı, Sevgili ve Şerefli Peygamber Efendimizin (S.A.V.) doğum günü MEVLİD KANDİLİ olmalıdır. Ve bu gün bütün Türk Dünyasında milli bayram olarak kutlanarak, Türk Dünyası, Sevgili ve Şerefli Peygamber Efendimizin Sevgisi ve şahsında kenetlenmelidir.
65) Türk Dünyasında halkın yüzde yüz okur-yazar olması hedef olmalıdır. (Azerbaycan bu hedefe ulaşmıştır.)
66) Her ülkenin tapu senetleri olan tarihi Türk ve İslam eserlerinin onarımı için müşterek bir fon kurulmalıdır.
67) Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi'nde Türk ve İslam Dünyası'nı temsil eden daimi üye yoktur. (ABD- Rusya-İngiltere-Fransa-Çin)'e ilaveten ve bunların haiz olduğu haklara sahip olarak Türk Dünyası'nı Türkiye; Arap Dünyasını temsilen Mısır ve diğer İslam ülkelerini temsilen Pakistan ve Endonezya daimi üye statüsüne sahip olmalıdır.
68) Türk Dünyasını tercih eden ülkeler arasında hukuk birliğine gidilmelidir.
69) Türk Dünyasının bütün okullarında Milli Tarih ve Milli Coğrafya hariç diğer bütün derslerde müfredat birliğine gidilmelidir.
70) Genel Türk Tarihi yeniden yazılmalıdır.
71) Türk Dünyası Bilimler Akademisi kurulmalıdır.
72) Bağımsız Türk Cumhuriyetlerinin ve henüz bağımsız olmayan diğer Türk topluluklarının devlet başkanı ve liderleri en geç 3 yılda bir zirve toplantısı ile bir araya gelmelidir.
73) Bağımsız Türk Cumhuriyetleri Devlet Başkanları Konseyi kurulmalı ve her yıl en az 1 defa toplanmalıdır.
74) Bağımsız Türk Cumhuriyetleri Devlet Başkanları Konseyinde 1 yıl süre ile sıra ile biri başkanlık görevi yapmalıdır.
75) Türk Dünyasındaki hukuki ihtilafları halletmek üzere "Türk Dünyası Adalet Divanı" kurulmalıdır.
76) 16. maddede ifade edilen Türk Dünyası Parlamentosunu teşkil eden ve seçimle iş başına gelen üyeler İSTANBUL'da görev süreleri boyunca devamlı faaliyet halinde olmalı ve Türk Dünyası'nın meselelerinin halli için gayret göstermelidir.
77) Türk Dünyası'nın Türk Birliğinin merkezi İSTANBUL olmalıdır.
78) Türk Dünyası'nda yaşayanlar dilediği yerde oturabilmeli, işyeri kurabilmeli ve mülk sahibi olabilmelidir.
79) Bütün Türk dili ve lehçelerini bir arada ihtiva eden bir lûgat hazırlanmalıdır.
80) Türk Dünyası kütüphaneleri dünyanın en zengin ilim hazinelerine sahiptir. Bu eserle çoğaltılmalı, bu günkü konuşma diline çevrilerek asırlardır gizli bir hazine halinde saklı duran bu ilim deryası, Türk ve İslam Dünyası'na ve bütün dünyanın istifadesine açılmalıdır.
81) Türk Dünyası'ndaki bütün tarihi eserler ile müzelerinde bulunanların dökümü yapılmalı ve kataloglar halinde Türkçe, Arapça, İngilizce ve münasip görülen dillerde dünya ilim adamlarının gözleri önüne serilmelidir.
82) Bütün çalışmalarda Rıza-l İlahi, ihlas, iyi niyet, hoş görü, karşılıklı anlayış ve karşılıklı fedakarlık esas olmalıdır.
83) "Türk Dünyası Stratejik Araştırmalar Enstitüsü kurularak, Türk Dünyası'nın geleceği ile ilgili yöneticilere yön verilmelidir.
84) Türk Dünyası'nda etnik, mezhep ve her çeşit bölücü faaliyetlerin kaynakları kurutulmalıdır. İslamiyet'in birleştirici vasfından azami ölçüde istifade edilmelidir.
85) Türk Dünyası'ndaki folklor, örf ve adet vesair çeşitlilik, bir kültür zenginliği olarak kabul edilerek, her topluluğa azami hürriyet sağlanmalıdır.
86) Her topluluk kendi içişlerinde tam bağımsız; örf ve adetlerinde tam bir hürriyete sahip olup, İSLAM VE TÜRK şuuru etrafında kenetlenmelidir.
87) Türk Dünyası'nın birliği için 5 ana faktör şarttır: a) İslam'ın birleştirici özelliği, b) ALİMLERİN ilmi, c) YÖNETİCİ (ümeranın) adaleti, d) Zenginlerin cömertliği ve iş adamlarının dürüstlüğü, e) Fakirlerin sabır ve duasıdır... Bunlar temin edilemedikçe "Türk Dünyası Birliği" buz ya da kar üzerine yazılan yazı gibi eninde sonunda yok olmaya mahkumdur.
BİLİNMESİ GEREKENLER:HEMPHER'İN İTİRAFLARINDAN
1710 yılında Müslüman memleketlerini parçalamak için gönderilen İngiliz Casusu Hempher'in hatıralarında Osmanlı Devleti'nin nasıl yıkılacağı maddeler halinde sıralanmıştır. Bazıları şöyledir:
Buhara'nın İslam olan kısımlarını, Tacikistan, Ermenistan, Horasan ve etrafını istila etmek için
Rus Çarı ile çok iyi bir ittifak ve yardım anlaşması kurmamız lazımdır.
İslam, hem içinden hem de dışarıdan yıkmaya mahsus umumi bir plan hazırlamak için, Fransa ve Rusya ile büyük anlaşma içine girmemiz lazımdır.
Türk-İran hükümetleri arasına çok şiddetli fitne ve ihtilaf sokup, her iki tarafa milliyetçilik ve ırkçılığı aşılamak lazımdır.
İslam memleketlerinden bazı parçaları, Müslüman olmayanların eline vermek lazımdır.
İslam bünyesinde, tahrif edilmiş din ve mezhepler uydurmak lazımdır.
Zina, homoseksüellik, içki ve kumar ile Müslümanların arasına fesat tohumları saçılacaktır.
Mümkün ise, Müslümanların liderlerini, Müslüman olmayanlardan seçmeliyiz.
Kur'an ve sünnetin lisanı olan fasih arapçayı yok etmeye çalışmak lazımdır.
Casus kölelerimizi, idarecilere satıp hanım ve çocukları yoluyla idarecileri ele geçirmek lazımdır.
İslam memleketlerinde kilise, okul, hastane, kütüphane ve hayır cemiyetleri açmalıyız.
Kızlı erkekli bütün Müslüman gençlerin kafasını karıştırıp dinleri hakkında şüphe ve tereddüte düşürmeliyiz.
Gelir kaynakları ve ziraat sahaları bozulmalıdır.
İnsanlar namaz kılmaktan, çalışmaktan nefret ettirilip tembellik yaygınlaştırılacak, oyun ve uyuşturucu kullanma yerleri açılacaktır.
89) Emperyalist güçler ve bunların Türk Dünyası'ndaki ideolojik kültür veya menfaat temsilcileri, Hıristiyan Batı ve Siyonizm'in yan kuruluşları durumundaki kurum ve teşkilatlar öyle bir düzen kurmuşlardır ki Türk Dünyası'nın muhtelif unsurları birbirinin dertlerini ve sevinçlerini paylaşmak şöyle dursun, birbirini tanımıyorlar bile!... Kaldı ki paylaşılan sevinçler artar, paylaşılan sıkıntılar ise azalır.
90) Türk Dünyası'nı teşkil eden ülke ve toplulukları bir daha arz ediyorum. Dünya'da Türk topluluklarının tablosu genel hatlarıyla şöyledir:
1- BATI TÜRKLERİ: A- TÜRKİYE B- AZERBAYCAN C- İRAN 1) Azeri 2) Kaşkay 3) Afşar 4) Kaçar 5) Şahseven 6) Karapapah 7)Hamse 8) Kengerli 9) Karadağı 10) Horasani - Boçağçi 11) Karayi 12) Türkmen 13) Halaç 14) Karakoyunlu Ç- IRAK 1) Musul 2)Kerkük 3)Süleymaniye D- SURİYE 1)Halep Türkmenleri E- KIBRIS VE ONİKİ ADA TÜRKLERİ F- BALKAN TÜRKLERİ 1) Batı Trakya (Yunanistan) 2) Bulgaristan 3) Makedonya 4) Kosova 5) Bosna-Hersek 6) Arnavutluk 7) Sancak 8) Dağılan Yugoslavya'nın diğer bölgelerindeki Türkler (Voyvadin-Karadağ-Sırbistan) 9)Romanya a) Anadolu Türkü b) Kırım Nogay Tatarları G-AHISKA (MESKET) TÜRKLERİ
2- DOĞU AVRUPA TÜRKLERİ: A- KAFKASYA TÜRKLERİ 1) Karaçay Malkar 2) Kumuk 3) Nogay 4) Stavropol Türkmenleri 5) Çeçen-İnguş B- İDİL-URAL TÜRKLERİ 1) Kazan 2) Başkurt 3) Mişer 4) Çuvaş C- KIRIM TÜRKLERİ Ç- KARAİM TÜRKLERİ D- GAGAVUZ TÜRKLERİ
3- TÜRKİSTAN TÜRLERİ: A- ÖZBEK B- KAZAK C- KIRGIZ Ç- TÜRKMEN D-TACİK E- KARAKALPAK F- AFGANİSTAN 1) Özbek 2) Kırgız 3) Tacik 4) Kazak 5) Türkmen F- DOĞU TÜRKİSTAN 1)Uygur 2) Kazak 3) Kırgız 4) San Uygur G-MOĞOLİSTAN
4- ALTAY VE SİBİRYA TÜRKLERİ: A- YAKUP 1) Dolgan B- ALTAY C- HAKAS Ç- TUVA D- TELEVÜFETOBOL E- BARABA TATARLARI H- KOYBAL I-SABİR
91) Vatanlarından başka ülkelere göç etmek zorunda kalan Türk topluluklarının yaşadığı ülkeler ise;
1- KIRIM TÜRKLERİ (Türkiye, Özbekistan, Polonya, Romanya, Dobruca, Amerika) 2- KAZAN TÜRKLERİ (Türkiye, Finlandiya, Japonya, Amerika, Doğu Türkistan, Batı Türkistan) 3- MİŞER TÜRKLERİ (Finlandiya) 4- KARAÇAY-MALKAR TÜRKLERİ (Türkiye, Suriye, Amerika, Özbekistan, Kazakistan) 5- NOGAY TÜRKLERİ (Türkiye, Romanya, Dobruca) 6- KARAİM TÜRKLERİ (Ukrayna, Polonya) 7- TÜRKİSTAN TÜRKLERİ (Türkiye, G.Arabistan, Amerika) 8- AHISKA - MESKET TÜRKLERİ (Özbekistan) 9- GAGAVUZ TÜRKLERİ (Romanya, Bulgaristan, Kuzey Kafkasya)
92) Türk Dünyası birbirini gayet yakın ve ileri ölçüde tanımalı ve kaynaşmalıdır.
93) Türkiye'nin ABD ve AT'nin kendisine verdiği taşeronluk görevi ile Türkiye dışındaki Türklere Batı kültürünü ihraç etmesi, Türk Dünyası'nın dejenere olmasına sebep olur. Bu ise Türk Dünyasına ihanet olur. Türk Dünyası aslına yani kendi öz kültürüne dönerek, milli ve manevi değerleri kültürünün temeli ve itici gücü yapmalıdır.
94) Türk Dünyası'nın yeniden organizasyonu yapılırken; Osmanlı'yı üç kıtaya 626 yıl (6,5 asır) hakim kılan ve ayakta tutan özellikleri ile onu Sevre götüren yanlışlıkları tesbit edilmek suretiyle Osmanlı Modeli'nden azami derecede faydanılmalıdır.
Bu hayati işlem göz önüne alınmaksızın sadece Batı'yı taklit yoluna girilirse, bu hal ve tutum Türk Dünyası'nın sebep-i felaketi olur.
95) Zamanımızda maalesef güçlü olan haklıdır kıstası geçerlidir. Türk Dünyası maddi açıdan da çok güçlü olmaya mecburdur hatta mahkumdur.
96) Türk Dünyası'nı teşkil eden ülkelerin çeşitli müesseseleri meslek ve sosyal kuruluşları ve her türlü kuruluşlar arasında azami işbirliği ve standardizasyona gidilmelidir.
97) Beynelmilel ve gizli gerçekte Hıristiyan Batı ve Siyonizm'e hizmet eden kuruluşların Türk Dünyası'nı dejenere etmesi ve yönetici kadrolarına sızması kesin olarak önlenmelidir.
98) Milletlerarası faaliyetlerde bağımsız Türk ülkeleri en geniş ölçüde işbirliği ile tek bir vücut gibi hareket etmelidir.
99) 21.'inci asrın Türk Dünyası'nın asrı olacağı gerçeği tabandan tavana kadar bütün Türklerin müşterek hedefi ve şu anın "Kızılelma"sı olmalıdır.
100) Bu güne kadar Türk Dünyası'nın başına gelen her felaketin ana sebebi Bölünmek idi Bundan sonra birlik ve beraberlik ve Türk Dünyası'nın bütünleşmesi Türk...
Not : Bu yazı Yeşilay Dergisi'nin Haziran 1992, 703. ve Ağustos 1992, 705. sayısında neşredilmiştir.

Levon Panos DABAĞYAN

11-Kasım-1933 tarihinde İstanbul'da dünyaya geldi. "Yeni İstanbul Gazetesi", Son Havadis Gazetesi", "Yeni Gazete", "Bu Gün Gazetesi", "Hakikat Gazetesi", "Yeşil Belde Gazetesi", "Exspres Gazetesi", Orta-Doğu Gazetesinde çalıştı, Hala Önce Vatan ve daha birçok gazetede yazarlığa devam etmektedir.

DEMEK OSMANLI BİZDENMİŞ
'Sadece bir ülke için değil, umum cihan için tarih en güvenilir rehberdir. Yeter ki, dürüst yazılmış
olsun.'
Levon Panos Dabağyan
Daha dünlere kadar; 'gericiliğin kaynağı' 'geri kalmışlığın' başlıca sebebi ve de 'anaları kafir soyundan' olan (!) Padişahları milletimize tanıtabilmek için yazdığımız (Padişah Anaları), (Osmanlı Sarayında Cinsel Eğilimler) vs. gibi, pek kaliteli (!) tanıtımlarla sergilediğimiz ve de hiçbir zaman kendimizden saymadığımız Osmanlı Devlet-i Alisine. Bugünlerde kalkmış her türlü yönü ile sahip çıkabilme yarışına hep birlikte katılmaktayız...
Sebep? Sebebi şu: 'Efendim Ermeniler, Osmanlı-Türk Devlet-i Alisi'ni 'soykırımcılıkla suçlamakta imiş' de ondan... Peki, mademki, bir bozuk soydan geliyorlardı. Madem ki, Türk Milletine hiçbir faydaları dokunmamıştı vs. Bu gayret, bu çaba niye, niçin?...
Niçinini sizler söyleyemezsiniz. Çünkü, gerçeği itiraf çok, ama pek zordur. En iyisi biz söyleyelim ve böylece o malum uğursuz meseleye de ayrı bir açıdan bakarak, hayırlı yönde katkıda bulunalım!..
(Kayı Boyu) Osmanlı'nın 'kan şeceresi' tahliline değinerek; 'Padişahların anaları şu ırktandı, şu ırktandı gibi safsatalarla sözde o büyük varlıkları lekelemeye kalkanlara kesin cevabım şudur ve her daim de bu olacaktır:
(Acaba sizlerin ve sizin gibi iddialar ileri sürenlerin kanları, yüzde kaç Türk kanı ile
bağlantılıdır?... Türk Boylarının Orta Asya'dan göçleri asırlara dayanmaktadır. Dolayısıyla hangimizin Türk, hangimizin Ermeni veya bir başka ırkın mensubu olduğumuz, kesin şekilde belirlenemez. Mesela, şayet benim soyum ciddi şekilde araştırılırsa, belki ben Türk çıkarım. Bir başkasının şeceresi incelenirse belki oda Ermeni çıkar...)
(Nitekim 'DANIŞMAN GAZİ'nin 'Ermeni Asıllı' olduğunu açıklayan kaynaklar mevcuttur.)
Bakınız: (URFALI MATEOS VEKAYİ-NEMASİ '952- 1136') Sahife:225 'Türk Tarih Kurumu Yayını' - '1962'
Bir ülkenin 'Tarihi ile mevcudiyetiyle' hemen her şekilde sahibi ve yegane efendisi durumundaki bir kavim hemen hiçbir şekilde atalarını dedikodu mevzu yapmaz. Ve vicdanı ve karakteri sağlam olan hemen hiçbir kimse; böylesi bir hafifliğe tenezzül etmez. Hele Müslüman Türk insanı ise asla!
Ve şimdi kalkmışız, 'Bizim atalarımızın hiçbir kusuru yoktur diye feryadı basmaktayız!...Evet atalarımız herhangi bir hata işlememek için ellerinden geleni yapmışlardır. Lakin, vatana ihanet edenler, Osmanlı Devlet-i Alisi'ni yoklara karıştırmak isteyenler hiç de dürüst mücadele vermemişler ve her daim yüce devletimizi sırtından hançerlemişlerdir. Hem de hiçbir vicdanı acı duymadan. Nitekim o malum Ermeni meselesinin altında bu aşağılık icraat yatmakta ve ne acıdır ki, 'İttihatçılar Hınçak-Taşnak' işbirlikçilerini kendilerini gözardı ederek, ortaya sadece bir Ermeni problemi sürmektedirler....

Türkçülük mefhumuna gelince, Türkçülük hareketini başlatan padişahların en başında gelenlerinden birisi de Sultan 2. Murat Han'dır ve 'Türkçülük tarihi açısından, son derece önemli bir sima olarak dikkatleri çekmiştir.
2. Murat Han , 'Türk Milliyetçiliği' mefkuresini, P.Wittek'e göre, gençliğinde Amasya Sancağı'nda Valiliği esnasında mezkur mahalin dolaylarından aldığı kültürle benimsemiştir. Mezkur bölge eski Türk ananelerini muhafaza etmiştir ki, Çelebi Mehmet'in kazandığı 'milliyet ruhu' ile Yıldırım Beyazıt'ın Ankara bozgunundan sonra, bu ruhla 'Osmanlı-Türk Devletinin' toparlanabilmesinde başlıca rol oynamıştır. Mahdunu Sultan 2. Murat Han'a 'Türkçülük akımı' aşılayabilecek derecede 'Milli şuur' telkin edebilmiştir.
Muhakkak ki, Sultan 2. Murat Han, 'Türk Milliyetçiliği' tarihinde, kendine has ve gayet parlak bir mevkiye sahip olmaya hak kazanmış büyük bir Türk Sultanı'dır.
Keza; 'kızıl sultan, pinti Hamit' gibi aşağılayıcı yakıştırmalarla daha çok anılan Sultan Abdül Hamid Han'ın hemen herkesten önce, merhum Mustafa Kemal Paşa'yı keşfetmiş ve onun olağanüstü bir kişiliğe sahip olduğunu sezerek, Gazi hazretlerinin kişiliğini dikkate çekmiş ilk büyük şahsiyet olmakla da bilinmesine rağmen bu yönü ile hiç mi hiç dile getirilmez!...
Her ne ise, bu konuyu da bir başka yazımızda şayet nasip ise ele alarak, siz değerli okuyucularımıza sunmaya çalışacağız.
Tekrar buluşabilmek dileğiyle, selam ve sevgiler.

11 Mart 2009 Çarşamba

Nusret DEMİRAL

İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi mezunu. Torul, Alapaşa, Bafra, Samsun Savcılıklarında bulundu. Adalet Bakanlığı Ceza İşleri Genel Müdürlüğü bünyesinde Tetkik Hakimliği görevi yaptı. Daha sonra Ankara Cumhuriyet Başsavcı Yardımcılığı yaptı. Son görevi Mayıs 1984'te kurulan DGM (Devlet Güvenlik Mahkemesi) Başsavcılığı idi. Emekli olduktan sonra MHP Ankara milletveli adayı oldu.

TÜRKLER VE MÜSLÜMANLIK Türk'leri birleştiren olgu (ULUS DUYGUSU) KARDEŞLİK BAĞI

Dünyamızda Türk'leri birleştiren olgunun ne olduğu sorusuna cevap aradığımızda, toplum yapımızda DİL ve KÜLTÜR BİRLİĞİ ile DİN BİRLİĞİ altında birlik ve beraberlik içinde olduğumuzu gözleriz.
Bizleri, birbirimize bağlayan temel taşların olgusu, Türk Dünyasında, Dil ve Kültür birliğidir, BİZLER'in; "Büyük ATATÜRK'ün çizdiği yolu yürümek ve o yolda daha ileri bir çizgiyi" bulmaya çalışmanın ödevimiz olduğunu kabul zorunluluğu vardır.
Türk insanının Gayesi, "Çağdaş Ulusların insan Hakları çizgini" görmek ve bu çizgiye ulaşmanın gayretinde olmak ayrıca çoğunluğumuzun kabul ettiği İslam dini kaideleri, Dil ve Kültür birliğimiz ile birlikte değerlendirilmesi ile olacağını anlamaktır. Böylece bir anlayış içinde olmak Bizleri Güçlü bir millet olarak görüntületmeye yetecek derecededir.

Günümüzde;
Büyük ATATÜRK'ün ölümünden iki hafta önce din ile ilgili bildirisi, büyük anlam taşımaktadır.

Bakınız sözleri şöyledir!...

"Bütün dünya Müslümanları, Allah'ın son Peygamberi Hz. Muhammed (S.A.V.) in gösterdiği yolu takip etmeli ve verdiği talimatları tam olarak tatbik etmelidir. Bütün Müslümanlar Hz. Muhammed'i (S.A.V.) örnek alarak onun gibi hareket etmeli ve İslamiyet'in bütün hükümlerini bilakayd-ı şart yerine getirmelidir. Zira insanlık ancak bu şekilde kurtulup kalkınabilir"

"Laikliği dinsizlik addeden düşüncedekilerin" Atatürk'ü İslamiyet'in yıkıcısı olarak göstermeye çalışan gerici zihniyete yukarıdaki sözleri açık bir cevaptır. ATATÜRK'ün tüm görüntüsünü LAİK DEVLET GÖRÜŞÜ ve sosyal çerçeve, "Devletin Ülkesi ve Milletiyle Bölünmez Bütünlüğü" içinde değerlendirmek olacaktır. ATATÜRK'ün ilke ve inkılaplarını, Atatürk'ün anlatımına, sunuş ve görüntüsünü tek bir çizgide, düz ve temiz göstermek amacında olmamız bizleri yüceltecek tek felsefe görüşüdür.


Atatürk Türk Dünyasının birlik ve beraberlik içinde çağdaş dünyadaki hür ve parlak geleceğinin geliştirdiği ilke ve inkılapları içinde Türk Ulusal Birliği İçinde de oluşacağına inandığını bildiren sözleri Türk Milletinin birleştiriciliğinin özü olarak kabul edilmelidir.
Bizler de büyük ATATÜRK gibi Türk Birliğinin zamanla kurulacağına, dünyanın Türk Birliği kuruluşuyla sükuna kavuşacağına, Türkün varlığı bu köhne aleme yeni ufuklar açacağına, güneşin ne demek olduğunun o zaman görüleceğine inanıyoruz.
Anadolu Trakya insanı aynı terbiye içinde, aynı bayrağı taşıyan, aynı geleneklere ve tarihe ve dile sahip bir duygu içinde milleti Kültür bağını yaratarak oluşturmuştur. Onun için Anadolu ve Trakya'da yaşayan insanımızın büyük ismi Türk'tür.
Türklerin Müslümanlık anlayışı içindeki birleştirici olgu, kardeşlik bağının kaynağı ile Ulus olma duygusu ve damarındaki asil kanının birleşimidir. Büyük Atatürk'ün NE MUTLU TÜRKÜM DİYENE sözlerinde bu birleştiriciliği görürüz.
Ne dinden vazgeçeriz ne Türklükten. Ne dilimizden.
Çünkü kanımızın asilliği Türk ismiyle varolmuştur.