18 Mart 2009 Çarşamba

Ebubekir SİFİL

1960 tarihinde Kars'ın Sarıkamış ilçesinde dünyaya geldi. 1980 yılında Basın Yayın Yüksekokulu'na (şimdiki adıyla İletişim Fakültesi) girdi. 1984-85 öğretim yılında bu okulun Gazetecilik ve Halkla İlişkiler Bölümü'nden mezun oldu. 1989 yılından 1993 yılı sonuna kadar Türkiye Diyanet Vakfı'nda yayın editörlüğü yaptı. 1993-1996 arası Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde (Van) ve 1998-1999 arası Osmangazi Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nde Araştırma Görevlisi olarak çalıştı. Şu anda aynı fakültede Doktora yapmaktadır. Halen Semerkand dergisinde her ay düzenli olarak yazmaktadır. 1999-2000 arası Yeni Mesaj gazetesinde günlük yazılar yazdı. 2000 yılından beri günlük yazılarını Millî Gazete'de devam ettirmektedir.

İSLAM DÜNYASININ İRADE BİRLİĞİ İHTİYACI
Şu an, şu saat itibariyle dünyada, aralarında asgari seviyede dahi olsa müştereklik bulunduğunu fark edip de bunu "birlikte hareket etme" iradesine dönüştürmeyen tüzel kişilik ve kurumsal yapı neredeyse mevcut değildir. Bunun tek istisnası, halkını Müslümanlar'ın oluşturduğu ülke ve devletlerdir.
"Küreselleşme" olgusunun rekabeti ortadan kaldıran ve zayıfa hayat hakkı tanımayan dayatmaları karşısında ticaretten siyasete ve uluslar arası ilişkilere kadar her sahada, niyet, çıkar ve/veya hedef zemininde birliktelikler kurulmakta, şirketler ve hatta devletler birleşmektedir.
İslam coğrafyası, böyle bir birlikteliğe hem çok uygun, hem çok muhtaçtır. Kendi geleceği adına, dünyanın ve insanlığın geleceği adına bu birliktelik, ertelenemez ve ihmal edilemez derecede aciliyet kesbetmiş durumdadır.
Bu coğrafyanın, tarih boyunca ya istikrarın veya kaos ve karmaşanın merkezi olması elbette sebepsiz değildir. Yeraltı ve yerüstü kaynakları, insan potansiyeli, jeostratejik konumu ve dinî/tarihî geçmişi bu coğrafyayı önemli, hatta vazgeçilmez kılan başlıca hususlardır.
İnsan ve tabiat kaynakları hızla tükenmekte olan Emperyalist Batı'nın (burada bu kelime coğrafî değil kültürel/dinî bir kategoriyi anlatmaktadır) olanca gücüyle bu coğrafyaya yüklenmesi ve buralarda -domino taşlarıyla oynar gibi- ardı ardına devrimler gerçekleştirmesi sadece bölgenin önemini bir kere daha ortaya koymakla kalmıyor, aynı zamanda bu gidişi durduracak tedbirler üzerinde düşünmeye de sevk ediyor.
Osmanlı devleti yüzyıllar süren iç ve dış müdahaleler sonucunda yıkıldıktan sonra geriye kalan, irili-ufaklı birkaç düzine devlet oldu. Her biri kendi içinde yapısal sorunlar yaşayan ve dış dünyayla ilişkisi "egemen(in)e itaat" düzleminde şekillenen bu devletlerin her biri tarihin bu kertesinde, "global el" tarafından yeniden dizayn edilmek üzere sırasını bekliyor.
Bunun tek istisnası Türkiye'dir. Hiçbir zaman sömürmemiş ve sömürge olmamış bu topraklarda İslam dünyasının irade birlikteliğini konuşmak, "tarihî devamlılık" gerçeğinin önümüze koyduğu en büyük sorumluluktur.
Tarihî devamlılık, sadece birçok kamu kurumunun tabelasında kuruluş tarihinin 19. yüzyıl olarak işaretlenmesi anlamına gelmiyor. Hilafet'in TBMM'nin şahs-ı manevisinde mündemiç olması böyle bir devamlılığın hem garantisi, hem de zeminidir. Tepkilerin refleks halini aldığı bir ortamda bu hayatî konunun "îrtica" yaygaraları arasında heba edilmemesi gerekir.
Hangi siyasal düşünceye ve ekole bağlı olursak olalım, ülke ve bölge gerçeği bizi bu meseleyi soğuk kanlı bir şekilde ve her türlü ideolojik mülahazanın ötesinde bu konunun manevi anlamı konuşmaya zorluyor.
Reel politik!... Evet, bu meseleyi ciddi anlamda gündem etmenin önündeki birinci engel "genetik" alışkanlıklarımızı depreştirmesi ise, ikinci engel de "reel politik"tir. Ne var ki İslam dünyasının irade birlikteliğinin "ham hayal" olduğunu söyleyen çevreler, tarih boyunca birbirinin kanını emerek beslenmiş ve nihayet geçtiğimiz yüzyılda altına imza attığı iki dünya savaşıyla bu özelliğini perçinlemiş Avrupa ülkelerinin, yarım yüzyılda AB tabelasıyla küresel bir güç oluşturma sürecine nasıl geldiğini izah edebilirler mi acaba?!
Sonuç olarak gerek küresel gelişmeler, gerekse içinde yaşadığımız ve tarihî, dinî, kültürel, bölgesel. aidiyetlerle kopmaz biçimde bağlı olduğumuz bölge, tarihin bu kertesinde bizi kendi gerçekliğimizle bir kere daha yüzleşmeye çağırıyor.
Bu noktada yapacağımız tarihî tercih, hem bizim, hem de tarihsel ve kültürel olarak hâlâ "hinterland"ımız olan "çevremiz" için hayatî bir önem taşımaktadır. Ya kendi aslî kodlarımızla buluşacak ve böylece "tarihe maruz kalan" nesne değil, "tarihi yapan/yazan" özne olarak dünyaya insan merkezli medeniyeti yeniden hediye edeceğiz, ya da yabancılaşmayı benimsemiş, ancak gerçek anlamda ne kendisi ne de "öteki" olabilmiş bir toplum olarak dinî, kültürel, siyasal ve ekonomik küresel tsunamilere maruz bir bölge olarak ayakta kalma mücadelesi vermeye devam edeceğiz.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder